12 Aralık 2013

zamanın ruhu

upuzun, kıskanılacak saçların, zamanın ruhunu hiç yansıtmayan giyim kuşamın ve incecik ağzından bir çırpıda dökülen sözlerin yine de kurtaramıyor seni. bir otobüse binişin, rüzgarın saçlarını acemice savuruşu, ani bir kararla gazete alışın bir anda ele veriyor seni. gözetlendiğini farketmeyen bir belgesel hayvanı gibisin. o uzun caddenin müdavimisin, akşam yedi gibi geçiyorsun oradan. seni görenler yani o uzun caddenin insanları sessizce senden bahsediyorlar. sen, senden bahsettiklerini biliyorsun ama bilmiyormuş gibi yapıyorsun. sanırım her şeyi kuralına göre oynuyorsun. cadde dediysem karanlık, insan dediysem karanlık. hiçbir resmi evrakta, hiçbir belgede kaydın yok ama bence yine de ismin bir bilmecede sinsice gizlenmiş. cinsiyetin, herhangi bir üçüncü şahsın sana aşık ya da hayran olmasını engelleyecek kadar muğlak. adın mehmet de olabilir, melehat da. çorabın fileli de olabilir, merserize de. yüzün bir yangında yanmış da olabilir, bir cennet nehrinde yıkanmış da, baban bir tanrı da olabilir, bir şeytan da. konuşsan sanki ya ağzından bal damlayacak, ya da birdenbire kusacaksın ortalık yere. ortalık bir yerde masa sandalye buluyorsun sonra, hep elindeki kahve fincanına bakıp bir şeyler anlatıyorsun karşındakine. fincan dediysem karanlık, sandalye dediysem eski. sonra bir anda durup zamanı okşuyorsun incecik, felaket tüm coğrafyalarda bayram diye kutlanıyor. upuzun, kıskanılacak parmakların, zamanın ruhunu hiç yansıtmayan ellerin, incecik boynunda bir çırpıda görülebilen benin yine de kurtaramıyor seni. bir merdiven çıkışın, rüzgarın sigaranı asilce söndürüşü, ani bir kararla bir film afişinin önünde duruşun bir anda ele veriyor seni.

yanılma, merdiven dediysem dipsiz.

11 Kasım 2013

Zaman Yolcusunun Karısı

ayağına doğru baktım bilmeden o da gayr-i ihtiyari, sanırım o an çorabının merserize olduğunu düşünüp utandı. fikri telaşlı, elleri yüzüyle uyumlu. derken eli bir ayrıntıya sarıldı, sabah vakti, boynundaki ben. biraz başkasının gazetesini okudu, metroda. o, onu farketmeyin isterdi. insandı, isterdi. falan fişman bir durakta indi.

hareket bir kez daha gösterimde. kalabalık kırmızı paltosunu ya gizledi ya posterize etti. bir empresyonist tablo, birde vagonda bir otoportre. bi sonraki durak düşünceden de indirecek onu. 

siz zahmet etmeyin, ben söyleyeyim: albertine kayıp.

07 Kasım 2013

Misafir

"çok eski bir dostuyum"
diyen bir adam
gün gelir, kapımı çalarsa
benim için "öldü" deyin

güzel yüzlü
sert bakışlı
zor bir kadın
derse "geldim anılarla" 

"seni çoktan gömdü" deyin

eskiden büyük bir kapı vardı
şimdi duvar olan yerde 

artık ben insana
dost değilim
 

gelse son misafir
misafirim azrail 
 
can dolaştı, döndü geldiği yere
bir durakta indi, vardı evine
anladı o an hayat bir gezidir
can emanet, ruh misafir.


Kurban - Misafir

15 Ekim 2013

Marat'ın Ölümü

resmin orta yerinde, sen görmüyorsun da bir hançer var. sen görüyorsun bir de kan var. bi de bu çağda kanser var. eldoradoyu anlattım yine. başında sen görmüyorsun kocaman miğfer var. ellerinde büyükçe damarlar. bi de bir serçe parmağı ayaktan ayıran makas var.

sonra, ya o küvetin içindeki ölü?

16 Eylül 2013

Madam Ortans

filmin ismi kaldırımlar
afişinde yemyeşil bir kadın
zamanın ruhuna bakıyor

ve vedat bir çay getiriyor
bir bardak da sigarama söylüyorum
dibimde kaygan bir zemin

filmin ismi yeniyetme
afişinde delifişek bir delikanlı
habire öksürüyor

biraz öteden bir kız geçiyor
kız mevsimden şikayetçi
hala kısa kolluyla geziyor

filmin ismi tenasüh
afişinde bir ruh
derisindeki boyayı kazıyor

nihayet sağ selamet geliyorsun
seni ta sokağın başından öpüyor
vedat'a elimle iki diyorum


09 Eylül 2013

Hayatın Muhkem Mevkileri #4

yürüyorsun, başında mor bir halka. ellerin hiç yok. sokaktan cesur topuk darbeleriyle geçerken, bir devrim ateşliyorsun. yüzünde bir yer var, bir yer zamana yenilmiş, bir yer bir masal canavarı tarafından asilce ısırılmış. diyeceklerine geliyor sonra sıra, sıra sıra evler, sıra sıra yataklar ısıtmışsın evvel. bir de bu kadar cümle neden sarfedilir, yalnız güzelliğine mi sanıyorsun, yalnız saçlarının kısalığına mı, yalnız modern zırvalarına mı? elbette bir yalnızlık yonttum senden, sen habersizsin. sen son kertede bir otoportre, sen salıncaklı bir gecede elveda kayan yıldız, elveda konuşamayan, sen karnına basılınca konuşan örme saçlı bebek. 

oturdun, elinde beyaz bir çanta. göğe bakarken düşürdüğün ne çok şey var, dönüp anıları topluyorsun yerden bir bir. üniversitede okuduğun şiirler, bir kitap arasında unutulmuş yırtık defter parçası, sen geçmişine acımalarla bir kadın büyütmüşsün, her şeyi sevişmek sanıyorsun, maalesef her şeyi bir tatmin sanıyorsun. sesler seni kurtarır sanıyorsun, sen elvis'in terkettiği bina, sen bir yağmur damlası silecek darbesiyle suya dönüşen, sen sesini eksilterek konuşan, sen ölü bir bedene düzülen alalede methiye. 

ama görmüyorsun ki

film güzel olur, sonunda adamlar ölürse.

23 Ağustos 2013

Hayatın Muhkem Mevkileri #3

ıslanan son sigaramı çakmakla kurutmuş, sonra uzanıp seni öpmüştüm. serin bir rüzgar esiyordu, deniz mutlaka tatlı tatlı dalgalar yolluyordu kıyıya. sesim bir hollywood yıldızından yalnızca o gece için devşirilmişti. sana güzel bir şeylerden bahsediyordum. tatlı bir gelecek hayalini, kırmızı koltuğuma kurulmuş bir biçimde elimi de arada bir alnıma götürerek sana bazen yoğun bazen damıtıp anlatıyordum. ne de rakkaseydi gece. bu gece sevişmemek hiç olmazdı. 

hiçbir şeyi mantık terazisinde tartmıyordum, misal az önce kalkıp önünde kısa bir serenad yapmıştım. şu elimdeki rakıyı misal müzeyyen senar edasıyla yudumlamaya çalışıyordum. anı güzelleştirmeye çalıştığım sanılabilir, oysa sadece an'a saygısızlık etmiyordum. bilenler bilir, yakışıklıydım. herhangi bir şeyi güzelleştirme ihtiyacım yoktu, sen de alabildiğine güzelliğinle uzanıyordun işte.bir yıldız selam durdu sana, ben aniden yerimden doğrulup tekmil verdim kişisel tarihimize. bu gece sevişmemek hiç olmazdı. 

evimi birden unutmuştum, biri bana adres soracak olsa seni gösterirdim. şu ince kaşlardan aşağı in, orda düzgün bir burun bulacaksın ama orda durma devam et, her daim ıslak dudakları görünce, 5 santim daha git orda uzun boynu yavaş geç, çünkü bu saatte mutlaka çevirme vardır, boyunu arkanda bıraktıktan sonra mutlak mutluluk ülkesine hoşgeldiniz yazılı bir tabela edasıyla salınan memelere varacasın, deyiverecektim. ama olmazdı, tabiki bu gece anatomi dersini bir edebiyatçı anlatacaktı.

hal böyleyken bu gece sevişmemek hiç olmazdı.


10 Ağustos 2013

Hayatın Muhkem Mevkileri #2

aramızdaki sehpada bir çakmak duruyor. birkaç bitik şişe. nasıl etmeli de anı halkçı bir çizgiye indirgemeli, nasıl etmeli de kimseyi incitmeden, şu yerdeki böceği bile, ikimizin ölüm tarihini de aynı parantez içine sığdırmalı. bir film mi takmalıyız şu film çalan alete. ama şöyle okkalı bir film. yoksa düpedüz 'iyi geceler' diyip, içeri geçip uzanmalı mı, bilemiyorum. 'kimse bilemez' dedin az önce düşüncelerimi okur gibi, endişelendim, ama sonra bambaşka bişeylerden bahsedince geçti. nasıl etmeli...

düşünce bir yerden sonra insana hakim olur diyesim var, demek böyle başlarmış bir gecenin tüm zamana yayılması, yüzyıllık geceler. yani diyorum ki, bir türkü mü dinlesek pink floyd mu, yani diyorum sevgilim mi diyeyim sevdiğim mi. aramızdaki sehpada bir çakmak duruyor, bir sigara mı yakmalı.

adın geliyor aklıma sonra, ha bu arada sana laf yetiştiriyorum, sanılmasın boğuluyorum, dünyanın içinde ve dünyaya dairim. şu sigara yakışıma baksanıza, hem nasıl da neşeli tutturdum dudağıma birden. hayat anlardan ibaretmiş şu yaşımda anladım. o zamanlar hayatın çok daha bütün, çok daha toplama bir şey olduğunu sanıyordum. adın geliyor aklıma sonra. adın zaten eski bir anıdan devşirilmiş.

sonra biliyorum ki her şey işte şu sehpada özetlenmiş. yani diyorum ki bir tablonun kenarındaki imza, böyle mi atılır, her şeyin ortasındaki, hikayenin göbeğindeki aslolan gerçek gibi. bir koca çınar hışırtısı gibi. bir kadının elişi çantası gibi. sonuçta herkes farklı bir satırın altını çizmez mi okuduğu romanda. işte bu sehpa, görünürdeki, apaçık aramızda olan, aramızda bir engel, aramızda bir bağlayıcı zincir halkası, aramızda bir öpüşlük mesafeyi angaryaya çevirecek küçük set, belki bir ayağım takılsa, devrilse şişeler, o zaman beraberce eğilip toplarken yerden cam kırıklarını, her şey bir anda yeşilçam olmayacak mı. o sehpayı kaldırıp atsak mı, yoksa müzelik bir eşya muamelesi mi hak ediyor. ben hem söylüyor hem düşünüyorum, sen söyleyeceklerini düşünüyorsun o sehpanın diğer tarafında, ötekileştik bilmeden, ötekileştik.

birden pencereye bakarak 'camlar buğulanmış' diyorum, 'hem sen artık gitsen iyi olacak.'

07 Ağustos 2013

Hayatın Muhkem Mevkileri #1

onu öptüm ve beni mutlu bir adam sandı. her şey eksikti, farkındaydım. bina eskiydi, banyo pisti ve musluk ya açılmıyor ya da açılınca kapanmak bilmiyordu. bir anlık öfke isimli gecelerde sertçe çarptığım kapılar sebebiyle istisnasız tüm kapı sahanlıklarında çatlaklar, kireci dökülmüş duvarlar vardı.

yaşamak hakkında bir kaç lakırdı oldu. o istanbul dedi ben sevmem dedim, ressamlar dedi hiç anlamam dedim, fatih istanbulu aldığında dedi gerisini dinlemedim, sevmek kelimesi dedi muğlak olabilir dedim. kurulmuş bir saat yanlış vakitte çaldı, kalktım onu susturdum.

evire çevire geceyi oynattık sonra yerinden. hem gece zaten mutlak bir şeydir ve bir kaldıraçla yerinden kolayca oynatılabilir. suskunluk güzel bir ülkeydi şimdi anlıyorum. susunca ihtimaller çoğalır çünkü. konuştukça çözülmez ki problemler, konuştukça artar aksine. sus dedim. sustu.

her şey yolunda gibiydi. gibiydi diyorum çünkü her şey yolunda olmaz, olsa olsa her şey yolunda gibi olur. bu hayata değil yanlış anlamayın, hayat fikrine bir saldırıydı. öpüşmemiz diyorum yaşanan iyi şeylere bir nevi başkaldırıydı. başkaldırı o dönemlerde hem siyasi hem erotik bir kelimeydi.

kucağıma aldım onu, yüzüne bakıp uzun uzun seyretmedim. gözlerinden de hiç bahsedecek değilim. belki teni hakkında bir şey söylemeliyim. teni sarıydı, iskandinav sarısı.

halıya biraz şarap döktü ama hemen affettim onu. öptüm ya birdenbire. o da beni birdenbire uzun boylu bir adam sanmış olacak ki ayak parmaklarının üzerinde yükseldi ve biraz üstten öptü beni.

ne de mutlu bir adamsın dedi en sonunda. sustum. susunca ihtimaller çoğalır çünkü.

04 Ağustos 2013

Hayat Çok Güzel

kırmızı bir otomobilin arka koltuğundaydım. markasını bilmiyordum. arabayı vedat kullanıyordu ve yollar boştu. maalesef az önce içkiyi fazla kaçırınca herkese seni özlediğimden bahsetmiştim. yanımda oturan birisi kelimeleri ağzında yuvarlaya yuvarlaya "hayat çok güzel" dedi. vedat araba kullandığı için kabataslak bir şeylerden bahsediyordu. bir iki kadın öpüşüyordu caddede. ben durum hala kontrolümdeymiş havası vermek için "yeterli benzinimiz var mı?" diye sordum. vedat dikiz aynasından beni onaylar bir bakış attı. midem bulanıyordu. kafamı kaldırdım ve camdan dışarı baktım. lambalar, akıp giden sokak lambaları...

işte bu şiirden başka bir şey değildi. ve hemen görünürdeki şarampol çok hoştu.

13 Temmuz 2013

Tanrılar Susamışlardı

hayat bana bazı şanslar verdi. ben de bu şansları kullandım. sonra hayat, şansı verdiği gibi geri çekmedi de, olumlu bir sonuca dönüşen kısımlarını benden aldı. bir tür yatırımdım ben hayat için, insanlar için tecrübe, tanrı içinse kobay. şimdi, bugün hiçbir şeyin mutlaklığına inanmıyorum. az önce tanrı dedimse de tanrı, hayat imgesinden farklı bir şey değildir benim için. kimbilir belki de bir tanrı vardır, ama ben bana yapılan bunca şeyi unutamam. 

zaten kötülükler hep tanrı, para ve iktidar yüzünden. ki zaten üçü de iç içe olan kavramlar. ama tabi, biz yine de masumiyet çağrısı yapmaya devam edelim. dediklerine göre, dünya güzel bir yermiş.

08 Temmuz 2013

Yayın Akışı

Filmin geri sarılmadığı yerden,
Küfrün edepsizlik sayılmadığı yerden,
Ölümün başlangıç sayılmadığı yerden,
Kitabın ortasından konuşulan yerden,
Alkolün yalnızca keyif için içilmediği yerden,
Zenci olmanın renkle ilgisi bulunmayan yerden,
Arabeskin aşağılanmadığı yerden,
Cazın baş tacı edilmediği yerden,
Tıpkı Dostoyevski'nin yeraltı adamı gibi,
yeraltından bir şeyler söylüyoruz.


Dante.

04 Haziran 2013

bir tezatlık var biliyorum

bir tezatlık var biliyorum
sahip olduğum her şeyde
nefesimde sesimde
çünkü bir gayya kuyusunda
doğdum ben
bir cadı kazanında
güçsüzsün derler burda
ama aslında rakip olabilirsin atlas'a
bir tezatlık var biliyorum
söylediğim sözlerde
çünkü bir ezop masalında
doğdum ben
bir nüşirevan-ı adil rüyasında
o yüzden ipek kaftan da
giydirseler bana
hiç eksilmez yoksulluğum aslında

29 Mayıs 2013

ve aslında chet baker'ın bununla hiçbir ilgisi yoktu

Lanetlenmiş birkaç çocuktuk. Zamanı durdurmayı da geçtim, güzelleştirmek elimizden hiç gelmiyordu. Biz susuyorduk da şarkılar nedense hiç susmuyordu. Sonra son anlarda buruk bir ses "Eğer bir yanlışlık yapacaksan, bari onu doğru yap." diyordu.

Ve aslında Chet Baker'ın bununla hiçbir ilgisi yoktu.

28 Mayıs 2013

boy with no name

belleğin inşası yavaş yavaş yapılır. misal. 

1996 yılından kalma, eski bir zeminin tabanına yayılan bir gazete, o gazetedeki bir üçüncü sayfa haberi, üçüncü sayfada haberin yeraldığı paragrafın bi bölümünün yırtılmış olması, gazetenin iç burkan sararmışlığı, haberdeki fotoğraf, haberi yapanın ismi, haberi yapmış olan kapanmış gazete ve gazeteye damlamış bir damla boya.

bazen kayıtlara geçmek hüzünlü bir yön barındırabilir. haber değeri taşımak yine de popülerliğe yönelik atılmış ciddi bir adımdır. ölüm dediğim ya çok hüzünlü ya da çok pratik bir şeydir.

hüzün mesela çok arabesk bir kelimedir. arabesk dediğim acıyla yoğrulmuştur. ama

arabeskin acıyla yoğrulmuş anlamından arındırılmış başka bir şeydir de benim için kelime.

hüzün dediğimiz, incecik bir şeydir, kırılgan bir şeydir. bir çocuğun külahından şappadanak düşen bir dondurmadır, fanusunda yüzen mavi bir balıktır, rüstem'in çay getirip götürmesidir.

geçmişe duyulan özlemin bazen hüzün barındırdığını sanır insan. yitirmektir o. hüzün de tıpkı bellek gibi yavaş yavaş inşa edilir çünkü. çünkü geçmiş anılarla var. anılar belleğin inşasıyla.

her zaman simit aldığın pastanenin adını unutursun. yitirmektir o. 

23 Mayıs 2013

momentum

eninde sonunda her şey bir ezbere dayanıyor. hayatın muhkem mevkileri, bir bardak su, kirlenen tırnaklar, güç bela binilen kalabalık bir otobüs, puslu anılar vesaire. sözümona bir de yaşamak diyorsunuz. yaşamak her şeyi tek bir kareye sığdırabilmek becerisidir. yaşamak mutluluk, yaşamak sevinç olduğu kadar kirli ve ezberlenmiş bir şeydir de. ama siz yaşamak denince uçurtma avcılığını anlıyorsunuz. siz yaşamak deyince sizden ibaret bir şeyler anlıyorsunuz. demem o dur ki, içinizde bir yerde bir şeyler ters gidiyor ancak, biliyorsunuz.

07 Mayıs 2013

XXVII. YY.

bir fotoğraf: 
154. sokaktayız sarılmışsın
hiç sevmemişçesine
ellerine bakıyorum
ellerin küçük

bir fotoğraf:
uzanmış öpmüşsün
bir el boynumda
kırmızı ojeli
bir şarkı çalıyor ellerin
remember that time

bir fotoğraf: 
yürüyorsun sereserpe
arkanda bir dondurmacı
uzatmış kafasını
sana yüzyıl
öncesinden bakıyor
neyse.

bir fotoğraf:
gülüyorsun diyorum da
gülüşün yanıltmasın
kan damlıyor ağzından
ha bu arada
henüz keşfedilmemiş
ağzın burada

bir fotoğraf:
pantolonunu sıvamış
denize yürümüşsün eylül
bu da yetmemiş dönmüş
bir şey söylemişsin
üstünde
bej bir pardesü

bir fotoğraf:
153. sokaktasın
bir çocuk seviyorsun eğilmiş
çocuk mevsime ağlıyor belli
ama elleri çocuğun
bir şarkı çalıyor
sweet child o'mine

24 Nisan 2013

rembrandt'a güzelleme

bazen bana gelirdi. o bana geldiği andan itibaren yazının bulunmasından içinde bulunduğumuz dakikaya kadar geçmiş olan tüm süre birdenbire anlamsızlaşırdı. öperdim onu. öperken, öperken elim kapının tokmağı üzerinde olurdu kapıyı kapatmak üzre. demirden bir ökçe gibi ağırlaşırdı elimde tokmak, kapı, gözleri. vaktim olursa gözlerine de bakardım. kendi gözlerine bakamıyor oluşu hep acıklı gelirdi bana. gözlerinde ankalar uçuşurdu, gözlerinde amerika soykırım gerekçesi bulurdu.

yorulunca üzerinde taşıdığı tüm tutkularını bırakırdı yatağın üzerine. pis yatağın üzerine sistematik bir güzellikle yayılan saçlarının arasından konuşurdu küçücük ağzı:

-"içelim mi?"

kadehinde biraz manhattan görülürdü. dudağından elbisesine azcık rembrandt dökülürdü. kaldırır saçlarını bir hamlede atardı geriye. o sıra şaşkınlıkla açık unutulmuş bir pencereden cennet gözükürdü. ne tatlı da unuturdu adımı. gözlerini devirip devirip ağzında asılı duran kelimeyi sezer de söyleyemezdi. en sonunda ağzında asılı duran kelime bir bahçeyi son kez ziyaret eden bir çiçek gibi düşerdi ortalık yere:

-"adın neydi senin?"

uykunun mutlu ülkesi çağırınca onu, içilmez derecede acı bir şarap gibi ağır çekimde uzanırdı yatağa. üzerine battaniye diye bütün güney amerika'yı örterdim. ruhuna ipek bir şal dikerdim. iyi uykular demek kötü kurulmuş bir cümle olur endişesiyle, zaten güzel olan anı güzelleştirme telaşının eğretiliğiyle dilimi süresiz kadro dışı bırakırdım.

balkonun soğuk taşlarına yatardım sen uyurken, ağzımda ucuz sigara, ucuz şarap ve pahalı bir mutluluk tadıyla. cevabını bilmediğim soruları düşünürdüm biraz, seni orda uyur vaziyette bırakmış olmanın huzurunu yaşardım. ya uyanırsan diye çocukça bir endişeyle yanına uzanamayacağımı bilirdim.

aklımda son okuduğum romandan bir ölümcül cümle ile uyuyakalırdım. hayra alamet olmayan bir düşün karanlığı ve sabah ezanının can acıtan tınısıyla uyanırdım çok sonra.

bir elin kapının sahanlığında, bir elin memelerini kapatmak için koynunda mahmur bir roman kahramanı olarak belirip bana söylediğin cümleden çok, o halini ezberimde tutmaya çalışırken, birden dökülürdü dudaklarından:

-"dün gece ne oldu?"

dün gece oynanan maçın skorunu bilmeyen bir adam gibi kalakalırdım.

ve elimde bir kibrit kutusu.


15 Nisan 2013

bay metin, mister metin, mösyö metin

her role uyabilir mi bir insan? her rolün adamı olabilir mi? metin olur. herkes olur, olabilir metin. bunu bir meziyet olarak da görmez üstelik.

hugo okur, jean valjean olur örneğin. üniversitede bir yılını raskolnikov olarak geçirmişliği vardır. daha niceleri; josef k, madam bovary, winston smith, robinson crusoe..

yürür metin. öyle kanlı canlıdır işte. yürür, yürüdüğü yeri düşünerek. kafası öne eğik, bakışları anlamsızdır ekseriya. yerde bir taş görür, hemen üzerine üşüşür onun. maddeden eksilir o sessizce. kimse farketmez bunu. taşın, taşlığını düşünür, ince bir dantel gibi inceden inceye işler bu düşünceyi. ortadaki bir mühendislik dehasıdır. birdenbire bir sigara çıkartır gömleğinin cebinden, paketin kapağını, sigara paketini incitmeden açar. bir çevik hareketle yakar sigarayı. işte şimdi metin, maddeden maddi sonuçlar çıkartmıştır. kimse farketmez bunu. incelenen taş revaçta değildir artık. metin, maddeden eksilir.

düşünce üç katmanlıdır metin'e göre. bu arada eğer şu an saat üçse ve günlerden pazarsa metin, düşüncenin katmanlarını anlatıyordur bir kahvehanede. çayını karıştırırken bile dinleyicilerin gözlerine bakmayı ihmal ertmiyordur, göz temasına önem veriyordur metin. kendini kaptırmışsa eğer hummalı bir konuşmaya, hiçbir şey durduramaz onu, kuvvetli bir gürültü bile uzaktır onun işitme sınırlarından. ama bu sınırlardaki mücadelelerde öldürülürse eğer tek bir askeri bile, birdenbire kuvvetli bir gürültü rolüne bürünür metin. ne yapıyorum ben diye düşünür.

handiyse kendini toparlar metin. ismini tekrar hatırlamıştır. bir bebeğin, elinde renkli bir kalemle defter karalaması gibi, hemencecik karalar tüm kötücüllükleri. esrimiştir çünkü, sığmaz kelimesinden taşar. bir çay daha ister.

gözlerden çekmeden gözlerini, basitçe bir içtepiyle oynar dudakları; 'dostlarım, düşünce üç katmanlıdır.' başkalarının tezlerine göre 'yoktur' metin ama kendi tezine göre delidir. iddialı bir delilik bile değildir onunki. kimse farketmez çünkü, otobüse binen, ekmek kuyruğuna giren delileri. böyle böyle destekler tezlerini metin. insanları 'kör olmakla' suçlarken bile tek gözü kapalıdır onun. kapitalizmi suçlarken bir köpeği dahi sorumlu tutar o. sorulduğunda anlatır, 'bu köpek' der, işaret parmağı da köpeği gösterir, 'doğasından sorumlu değildir sadece.' dinleyenin takip edemediği kuramsal açıklamalara girişir metin. anlamayanı farkedince 'mahkumum' der, üzülür. mesnetsiz bir yalnızlıktır onun varlığı, menfi bir yakıştırma gibi yapışmıştır üzerine ismi. bunalır. bu bunalımdan çıkmak için işte 'biraz mahkumdur o, biraz hakim hatta ve hatta biraz da avukattır o.' söylevsiz, sessiz bir manifestodur, okuması zordur.

günlük kurmaca içinde yoktur asla. şampiyonlar ligi finalini, üniversite finali ile karıştırır. farketmez, çayını çatalla karıştırır, sigarasını ters tutuşturur. burnundaki sümükle sokak çocuklarının ellerine kazara yirmi yerine elli tl tutuşturur.  bir katta ölü bulunmuştur çünkü o, katmanında boğulmuştur. üçüncü kattan denizi izlemektedir. asansörsüz tırmandığı üçüncü katta, pervasız bir esintiye yarenlik etme peşindedir. yeryüzünün üçüncü katında, göğün yedinci katındadır. sözlüğü, kevgirden geçirilmiştir. bir iş makinesine kolunu kaptırır gibi, kayışı kopan bir düşünce makinesinin dişlisine fikrini kaptırmıştır. bokunu, altına dönüştürmüştür. simyayı bilmeden simyacı olmuştur. olsun, kimyayı bilmeden oksijen solumuştur yıllarca. düşünür, bir eylem biçimi olarak düşünür üstelik. bir sıfat olarak düşünür olsa eğer adının 'utanır' olarak değiştirilmesini arzular o. der ki; 'düşünce hakkında düşünce' susar, doğru kelimeyi anımsamaya çalışıyormuş gibi yapar, biliyordur oysa, görünmeyen fotoğrafçılara poz veriyordur o sıra. aydınlanır gözleri, parıldar yüzü doğru kelimeyi anımsama oyunu sona erdiğinde 'sizi nasıl diyeyim, bilim adamı yapar.' fikrinin tezahürü aydınlansın ister dinleyicilerin gözlerinde ama yok yok, istediği etkiyi alamaz metin, beklentisi ısrarcıdır, ihtimaller sabittir, tecrübe kevgirde kalmıştır, sözlüğünde yer almaz.

umutsuzca gözlerden çeker gözlerini. çayına bakar metin, bulanık çayına. yarım bırakmayı sevmez metin. yarım bırakılmışlığımdan diye kolay bir sonuca ulaşır bunu düşünecek olsa, der ki; 'düşünce hakkında düşünce üzerine düşünmekse...'

izleyenler şoktadır.
geçici bir şoktadır.
hatta ben bu cümleyi yazarken şoktan çıkmışlardır.
metin, çayın bulanıklığındadır.
üçüncü katın kirasını düşünmektedir hatta.
ayağa kalkar,
ayağa kalkar, ayağa kalkmak tümcesini sorgular bir kaç saniye, bir kaç çelişki bulur.
ayağa kalkar, kalkarken yere biraz bilinç dökülür.
ayağa kalkar ve bağırır:
'Sadece Deliliğinizi Doğrular!'

anın ihtişamı henüz kaybolmamışken, masa fikir beyan eder:
"yanılıyorsunuz bence" der raskolnikov, bir suçlu gibi hızlı kelimelerle.
"vahşi yaşamın hayatımızın aslında özü olduğu ortada mister metin" der robinson.
"mösyö metin, size bir kaç konuda katılmıyorum ve bazıları, bazı konular da beni aşıyor, hem ben sadece bir hırsızım" der jean valjean.
"totaliter rejimler insanı ne hale getiriyor" der winston smith, madam bovary'e dönerek.
"hiç bir kadın tarafından terkedildiniz mi mösyö metin?" diye sorar madam bovary. 
ki bu aynı zamanda masadaki tek soru cümlesidir.

"bay metin" der ayağa kalkarak josef k., "ben size tamamen katılıyorum."

12 Nisan 2013

bazı kelimeler

"yalnızlaştım ben. hem de birdenbire. bu gece. birden, kendimden eksildim. bilirsiniz. 'fena halde' diye başlayan bir öykü yazacaktım ki, çarpıldım. yalnızlaşan biri 'fena halde' diyemez, diyemediği gibi yazamaz da. sustum ben de. sustum ve kinik bir tavır takındım belki yarattığım boşluğu fark edersiniz diye. bayat bir cümledir bu. bayat cümleleri bilirsiniz 'boşluk yaratmak.' iki karşıt kavramı yanyana getiren ucuz bir bilgeliktir bu. alaycı bile değildir üstelik.

önemli değil halbuki. çünkü yalnızlaştım ben, birdenbire, kopkoyu. o denli yalnızlaştım ki, biraz kimya terimi öğreneyim dedim. bilirsiniz, kendimden eksildim.

bir saat, on yedi dakika sonra:
'olsun' dedi ses, 'bazı kelimeler bizi başkalarına ekler çünkü'

ben, inanmadım."

Lotus Çiçeği

bir tarafı da yalnızlıktır bu şehrin
baştan başa
simurg diye bir adam yaşar
küçücük bir taşrada
stockholm bir kent adıdır
diye düşünce de aklınıza
anlayacaksınız o zaman işte
ben ahlaksız bir adam değilim

hazırlıksız bir misafir gibi
dostoyevski silah çeker
gördüğünüz avutur, görmediğiniz
ya görmediğiniz
iç bulandırıcı bir kıldır
tabağınızın kenarında
diye düşünce de aklınıza
anlayacaksınız o zaman işte
ben ahlaksız bir adam değilim

öpüşlerimi düşüncek olursan
sevişlerimi düşünecek olursan
gidişlerimi düşünecek olursan
dönüşlerimi düşünecek olursan
her seferinde de yatak odası
geliyor aklıma
diye düşünce de aklınıza
anlayacaksınız o zaman işte
ben ahlaksız bir adam değilim

keşke otuzumda karşıma çıksaydın
aynı, aynı, aynı
çamurda açan bir lotus çiçeği gibi
diyorsa bir adam halihazırda 
afrikanın hariç olmadığı
bilindik bir macerada
ruhunuzun kızlık zarına bir
parmak sokuyorsa erotikçe
cemal süreya
diye düşünce de aklınıza
anlayacaksınız o zaman işte
ben ahlaksız bir adam değilim 

her şeyi yutan karadelikler
gibidir o kahrolası kadınlar
estergon kale adıysa
kanije kale adıysa
haksızlık yapılmıştır ismi
kötü konulmuş bir çocuğa
birisi müstehzi bir gülüşle
bir şehrin en uykusuz yerinde
kendine verdiği sözü
sakince dudağında tutuyorsa
diye düşünce de aklınıza
anlayacaksınız o zaman işte
ben ahlaksız bir adam değilim

çabuk bozulan çin malı bir
kadınla son kullanma tarihine dek
çılgınca sevişiyorsa adamlar
ve o en sevdiklerinin kaybolduklarını
elinde bir sigara
köhne apartmanların önünde
bozuk gramerlerin tacizine uğramış
bir şekilde sessiz sakin bekliyor
ve hala ahlaksızlıkla suçlanıyorsa
diye düşünce de aklınıza
anlamayacaksınız o zaman yine
ben ahlaksız bir adam değilim!

08 Nisan 2013

eldorado ya da don kişot

kısmetsiz bir kadınla
cumartesi ya da pazar akşamları
öpüşüyorsun çocuk, biliyorum
dönüşte köşeden bir simit alıyorsun
eldorado'yı ya da don kişot'u
okuyorsun çocuk, biliyorum

modern dişliler seni de
eziyor çocuk, biliyorum.
ve sen bir yokoluş mekanizmasını
çalıştırmaya çırpındığın için
bir intihar girişiminde bulunuyorsun,
yaşayarak çocuk, biliyorum.

hem bazı intiharlar diyor
balonu uçan çocuk
yalnızca yardım çağrısıdır
biliyorum diyorsun, ben sinsice açık
bıraktığım penceremden duyuyorum

sonra
kısmetsiz kadın sarılıyor sana
sokak ortasında teklifsiz.
siz caddenin köşesini döner dönmez

pencereme dönüyor ve
biliyorum diyor balonu uçan çocuk;
bugün günlerden pazar.
gecelerden eylül.

25 Mart 2013

Brooklyn Memory

dudakların neye benzetilebilir
en fazla sırat köprüsü
mavi gömleğimi giydim
seni öpmeye geliyorum
henüz sana söylemedim
evi baştan aşağı bir güzel temizledim
henüz sana söylemedim
kasımın son haftası kendimi öldüreceğim
henüz sana söylemedim çünkü sen
üç yıl önce çok severek alıp
doyasıya giyemediğin kıyafetlerin
için durmadan kilo veriyorsun
gözlerin neye benzetilebilir
en fazla brooklyn köprüsü
ellerin fazla beyaz
bir iltifat biçimi olarak ellerin fazla beyaz
diyor ki şair beyaz
siyahın ergenlik halidir
henüz sana söylemedim
ama öptüm seni ben
öptüm dilinin karmaşık gramerinden
öperken öperken göğsün
bir inip bir kalkıyordu
içeride hitler almanyası oynuyordu
bu arada
5 yıl oldu kendimi öldüreli
ama yine de sen beni
"güzel bir sahil kasabasında"
yaşıyor bil istiyorum
çünkü hayalindeyim biliyorum
bir durakta pardesümü çekiştire çekiştire
sigara içiyorum

XXVII. Haçlı Seferi

"Olmayacak bir duaya amin demiştim İsviçre'de bir kilisede,
  Rastlamadım ona hiç Haçlı Seferlerinde"

-Kadıköy Underground Poetix

24 Mart 2013