25 Aralık 2011

Algı Kapıları

algımın eşiğinden bir çırpıda atarken adımımı, gözlerimin altındaki lekeleri unutup bir an için sadece erotik bir çağrışım olsun diye tekrarlıyorum içimden adını. yani ismindeki fırsatçılığı farkedip, küçük bir hesap yapıyorum.

algımın eşiğinde oturmuş fırt fırt sigara içerken, ismini baştan sona unutup, bir filmi tekrar izlemek gibi dahası bunu bir meziyet saymak gibi, seni sikmeyi, ezmeyi  ve aşağılamayı bir meziyet sayıyorum.

algımın eşiğinde durmuş sohbet ederken buluyorum tanımadığım, tanımak istemeyeceğim bir adamı. yani anahtar sözcükleri gibi bir bulmacanın, bilinenin, ödüllendirilenin tat vermemesi gibi, yazdığım ve okuduğum tüm duaların "dudaklarından tekrar ismimin (bir kez bile olsa) duyulması" anateması üzerine yoğunlaştığını ünite sonu testleri mi kanıtlayacaktır?

algımın eşiğinde yer alan düğmeyi bulup yakarken aklımın tüm ışıklarını, bir izdiham, birlinç girişimi gibi seviştiğini diğer adamlarla, öpüştüğünü diğer adamlarla, bir olasılık gibi değil de bir kesinlik addederken, bir kez daha çekiyorum içime dumanı.

algımın eşiğinde oturmuş ağlarken küçük emrah'ın postmodernizasyonu gibi, susuyorum ve karalıyorum elimdeki kağıda ismimi ve soyismimi.

anlıyorum şimdi ilahi bir gerçeği farkedercesine ismimi her duyduğunda, atlayıp en yakın otobüse neden uzaklara gittiğini...

sadece gözlerini kapat, önce hafif hafif sonra hırıltılı sonra kendini koyvermelerle dolu, yükselt sesini. sen öyle bağırırken, o kendini kocaman bir yarak sanarken, sorarlarsa birden bire sana, "yazar, yukarıdaki parçada ne anlatmak istemiştir?" diye;

"Biz daha o konuya gelmedik"

de ve boşal...

01 Kasım 2011

Cüce

1. Tanı
öyle güçlü ve öyle solgun ki sesiniz, anlamıyorsunuz kelimelerle nasıl bir aşk yaşadığımızı, nerelerinden ellediğimi. öpüp başıma koydum ben acılarımı, kimsenin bilmediği dehlizlerde saklıyor, satmıyor, pazarlamıyor sadece yasını tutuyorum, aklınızda olsun!

2. Reçete
yani siz muhtemelen öldüreceğiniz ve öleceğiniz adamların ellerinden tutarken, renkli camların önlerinde anonim hayaller kurarken, ben ölü bir diyagramın alt kenar orta noktasından bir telefon ediyorum kendime ve itiraf ediyorum içimde boyu uzasın diye gece gündüz basketbol oynayan bir cücenin varolduğunu.


77 gün kaldı."Bazı Kuşlar Hapsedilmemeli."
Edirne/Keşan

12 Ağustos 2011

Ankara

when i was a little child
bir yokluktu Ankara
apres moi, dull and wild
town ne oldu, que sera?

-Tutunamayanlar

11 Ağustos 2011

Kısa Bir Ara

mesela, gidip bir inşaatta ağlamak, eski bir yıkıntıda sigara yakıp oturmak, sevgilinin ayrılık taleplerinde salya sümük ağlama hallerine girmek, belki bazen sessiz ve beklentisiz alışmak...

bütün bir hayatım estetik bir çabaydı benim. kurtulamayacağım o somutluğu tolere edebileceğim kadar edip, kendimi bir jan van eyck resmine yerleştirirdim. 

kendi tasarımıma dışardan baktığımda işe yaramaz bir adam görürken, aslında bu çaba ve tutum yüzünden hayatın tam ortasında yer aldığımı farkettim. birilerinin nişan alıp ıskaladığı hayatı ben aslında farketmeden on ikiden vuruyordum. hem de nişan almıyor, gözlerimi hedefe doğru bakıp, kısmıyordum. olur olmaz yerlerden, bakmadan ateş ediyordum, attığım merminin nereye gittiği bile beni ilgilendirmiyordu. 

oysa ben de o sırada 'neden diğerleri gibi olamıyorum' düşüncesinden kurtulamıyordum her insan gibi. varoluş problemleri yakamı bırakmıyordu. o sırada insanların bana bakıp neden bende onun gibi olamıyorum diye düşündüğünün farkında değildim. hayatı kovalamıyordum, hayatın arkasından koşmuyordum, bununla birlikte hayatta benim arkamdan koşmuyordu. hayatla birlikte oturup birer sigara tüttürüyor ve bir şeylerden konuşuyorduk.

ne sevgilimin, ne annemin, ne beni sevenlerin istediği insan olabiliyordum. onlar beni değiştirmeye, beni doğru yola sokmaya çalışıyorlardı ama yanlış yoldalardı. işin bu derece ısrara bu derece saygısızlığa vardırılmasını anlayamıyordum. beni olduğum gibi kabul etmeyen herkes benimle yaşamaya katlanamıyordu. 

açıkçası ben, hayattan gizli gizli hesap soruyordum. şimdi kalkıp benim düşünce çemberimin içinde dolaşmayan, dahası oraya adımını asla atmayacak birinin yaşadığım hayata laf atması, onu aşağılaması bu estetik çabaya çamur atmak olabilir ancak. paldır küldür sevişmeler, hesapsız öpüşmeler, habersiz kayboluşlar, isimsiz şiirler, kimliksiz insanlar (benim gibi) olmasa hayatın yaşanılır ne yanı kalacağını sorarım ben onlara? 

yani diyorum ki; ben ağlıyorum, gözyaşlarıma anlam yüklemenize gerek yok. diyorum ki; ben seviyorum, sevgime anlam yüklemenize gerek yok. diyorum ki; ben sessizce kayboluyorum, aramayın. diyorum ki; ben ölüp gidiyorum, üzülmeyin. 

gezdiğim yerlerde aşıklar gezsin, öpüştüğüm bir asansörde aşıklar öpüşsün, yattığım kadına başka bir adam seni seviyorum ve evlenmek istiyorum desin, beni terkettiğin yerde bir sokak çocuğu yemeğini bölüşsün. 

ben tüm bunlar için bile yaşarım. 

çünkü ben filmin film olduğunu bilerek ağlayan bir adamım. 

tekrar izlesem tekrar ağlarım. 

şimdi askere gidiyorum. ben dönene kadar huzurlu mu hüzünlü mü olduğunu anlamadığım bu şarkıyı dinleyin. 

Beni okuduğunuz için teşekkürler.

Eyvallah. 


29 Temmuz 2011

Mulholland Drive

Ağlamıyordum.

Sadece ağlıyor gibiydim. Buna önce kendimi, sonra seni inandırıyordum. Gerçekten Oscar’a layıktım. Rakının etkisi henüz geçmemişti ve telefonda seks taleplerini seninle yaptığım konuşmanın biraz öncesinde şiddetle reddetmiştim. İnsanın rol yapma yeteneğine vurgundum ben. Bana teatral davranan insanlara vurulurdum. Hayatı gerçekçi yaşadığımı söylerlerdi oysa.

Algımın son parçalarını da yerden topladım. Aynaya bakmak üzere tuvalete girdim. Alkolün vücudumu raksa yönlendirdiği, ruhumla bedenimin ateşli bir tango için piste adım attığı o dakikalarda kendimi her zaman aynanın önünde bulurdum. Önce mastürbasyon yapar, cinsel organımdan süzülen son sperm damlasıyla birlikte derin bir duygusallığa gömülür ve şiddetli bir biçimde ağlamaya başlardım. Hayvani arzularımdan sıyrıldığımda anca insani yanımı ortaya koyabiliyordum. Bir kadının kalçalarından ötesini göremiyordum diğer zamanlarda. Mesela güzel bir laf mı etti, Pablo Neruda’dan bir alıntı mı yaptı, hemen onu oracıkta yere yatırmak, ağzını elimle kapatmak ve delicesine becermek arzusuyla dolup taşıyordum. Hiçbir yazar beni orgazm edemiyordu. Bu onların suçuydu benim değil. İşte bu gibi durumlarda mastürbasyona sığınıyor ve kendimi tüm duygularımla, bütün duygusallığımla gözler önüne seriyordum. Bu tavrım tribünlerden alkış alabiliyordu zaman zaman.

Oysa insanın kendisini izlemesinin mantıklı bir açıklamasını yapmak çok zordu. Yani önce mastürbasyon esnasında ve sonrasında gelen ağlama krizlerinde kendimi izlememdeki patolojik yönü hangi kadına, hangi erkeğe, ya da hangi kutsal kitaba anlatabilirdim, bilmiyordum. Belki bir nebze olsun Freud’a anlatabilirdim ama o da bana muhtemelen bir psikanaliz teklifinde bulunurdu. Oysa bu istediğim en son şeydi.

Bütün bunları yaşadıktan sonra boş bir kahve fincanı bulup karşımdaki sehpaya bıraktım. Dakikalarca, takriben yarım saat, kahve fincanını izledim. Bir hafta önce içildiği anlaşılıyordu. Zira fincanın dibindeki kahve kurumuştu ve burnumu fincanın içine soktuğumda kahve ve çürümüş turşu benzeri bir koku duyuyordum. Fincanı kuru kuruya izlemenin pek kuru, pek yavan olacağını düşünüp, ortama biraz müzik eklemeye karar verdim. Ancak uzun bir süre, bu orgazm tadındaki anlara hangi güzel şarkıyı eklemenin gerektiğini düşünüp, uzunca bir kararsızlık yaşadım. Kahve fincanının üzerindeki motifler, batının gözündeki doğu imgesini yansıtıyordu. Tam o anda Edward Said’i düşündüm. Yanlış bir bir şey yapmamalıyım dedim kendi kendime. Hatta bunu iki üç kez de kendi kendime tekrarladım. Bu saatte, yani gecenin ikisinde ortama Orhan Gencebay eklemenin zararlarını düşünüp, izlemediğim bir Fransız filminin soundtrack’lerini barındıran bir cd koydum müzik aletine. Sonra tekrar fincanın karşına geçip, seni becerirken kulağıma fısıldadığın szöcüklerin hiç yaratıcı olmadığını düşünmeye koyuldum.

Kapıyı kapatıp, tokmağın üzerindeki o küçük tuşa dokundum. Artık kendi art alanımdaydım ve bunu bir Amerikan kapı yardımıyla yapmıştım. İnsanlığın en güzel yaratısı. Diğer bütün odalarla bağlantımızı koparan Amerikan kapılarla, eski tip buzlu camlı anahtar delikli kapılar asla kıyaslanamazdı. Anahtar deliğinde sinsi bir biçimde dönen anahtar kadar masum olamamanın ne kadar ironik bir düşünce olduğu düşüncesi aklıma düşünce bardağı kafama diktim. Deli saçmasından başka bir şey değildi benim bu düşüncelerim.

İçeride bir seks muhabbetidir gidiyordu. Hababam bir kadının nasıl yatağa atılacağından, yeni tanışılan bir kadının ortamda bulunan gençlerden birine nasıl kaliteli bir oral seks yaptığından, eve güç bela çağrılan bir kadının nasıl nazlı davrandığından ve neticede vermediğinden bahsediliyor, kahkalar Erol Taş misali bir tınıyla çıkıyordu gırtlaklardan. Bu kahkalara hayrandım, çünkü hiçbir zaman öyle şiddetli ve içten bir kahkaha atamamıştım. Sigarama uzanan elimi durduramadım, defalarca sigarayı bıraktığımı aklıma getirdim. Ama iradesizlik benim kanımda vardı işte. Orospunun yemini yarağı görene kadardı işte!

Çakmağımı içeride, az önce ateşli bir konuşma yaptığım rakı masasında unutmuştum. Gençlerden hiçbiri de arkamdan seslenip, çakmağımı orda unuttuğumu bana hatırlatma zahmetine katlanmamışlardı. Dahası şu anda içeride bulunan gençler hayatta hiçbir zahmete katlanmamışlardı. Yani onlar biraz Marlboro Light çocuklardı. Yani biraz Bmw modellerini bir çırpıda sayma yarışması çocuklardı. Yani biraz bu yaz tatilde kaç tane rus düşürdün çocuklardı. Yani biraz birbirlerine rahatça orospu çocuğu, ananı sikerim senin deme mütehassısı çocuklardı. Burjuva ahlakına bu kadar yatkın olmaları, babalarının burjuva olmasındandı. Babalarına sorulsa sadece küçük, küçücük burjuva olduklarını söylerlerdi. Ama İngiliz Kraliyet Ailesi gibi gözükme telaşından asla ödün vermiyorlardı. Her lokmayı yiyebilirlerdi, her haltı yiyebilirlerdi. Ama dışarıya ahlaklı olmanın yüz temel kuralı gibi teorik bir minvalde söylev verme konusunda oldukça başarılı oldukları da ortadaydı.

İçeride çakmağımı unutmak, istediğim en son şeydi, zira kendimi güç bela bu odaya atmıştım. Masada biraz daha oturmama yönelik talepleri kararlı ama tutarsız bir şekilde reddetmiştim. Önce uykumun geldiğini, sonra midemin bulandığını ve sanırım kusacağımı söylemiştim. bu yalanlarımdan etkilenmişlerdi. Bu kadar tutarsızlık kimi etkilemezdi ki. Sonuçta dünya da tutarsızlık kadar baş döndürücü ve seksi bir şey daha yoktu. Bütün bu düşünceleri kafamdan kovarak içeriye çakmağımı almaya gittim, gözlerini bana çevirip gülüştüler. İçkinin içilme şekillerinden, şişede Cansever gibiyken vücutta adeta bir Madonna’ya dönüştüğünden bahsettiler. Onları önemsemediğimi belirtir bi şekilde gülümsedim. Gülümsemek zorundaydım. Bu esnada çakmağımı masadan almış bulunuyordum. İçlerinden bir tanesi bana şakayla takılarak onu aylardır süründüren bir kadının varlığından, kadını bir türlü yatağa yatıramadığından bahsetti, amiyane tabirler kullanarak, yer yer basit bir argoya başvurarak bana ne yapması gerektiğini sordu. Rakıdan artistik bir yudum alıp, kadının vermek istiyorsa vereceğini, vermek istemiyorsa da vermeyeceğini söyledim. Bu ortamda kuvvetli bir kahkahaya sebep olurken ben sigaramı yakmış ve odamın yolunu tutmuştum. Yatağa yatırdıkları kadınların kendi başarısı olduğunu düşünecek kadar, sığ gençlerdi. Neticede her şeyin kadınların tekelinde olduğunun farkında değillerdi.

Sigaramla birlikte girdiğim odada kahve fincanının tam karşısına oturdum tekrar. Fincanı bir kül tablası olarak kullanmaya karar verdim, müziğin sesini biraz artırıp yerime oturdum ve seni düşünmeye başladım. Kulağıma fısıldadığın o aşk sözcüklerini, iyi bir tiyatro sanatçısı olabileceğini, insan psikolojisinden haberdar olduğunu, insanın güzelliğe olan düşkünlüğünü nasıl kullanacağını çok iyi bildiğini teker teker aklımın odalarından çıkartıp, hepsini tek tek değerlendirdim. Aylarca yaptığımız telefon konuşmalarındaki o sevimli kız çocuğu pozlarını, sevgiye muhtaç oluşunu söylerkenki vurgu ve tonlamanı ve asla aklımdan silinmeyecek olan kirpiklerini düşündüm. Zaten bunları binlerce kez yapmıştım. Ama bu kez, bu sefer, bu defa bir darbe yemek istiyordum. Karşında olabildiğince küçülmek, aşağılanmak istiyordum. Bu yaparken, bu estetik tavrı hiçbir zaman anlamayacağını biliyordum, biliyordum da yine de sana açıklama hissini içimden bir türlü atamıyordum.

Telefona sarılıp, ismini aradım, sanki bulamıyormuşum, sanki bir sinirle telefon rehberinden ismini silmişim gibi arıyordum. Oysa nerde olduğunu ezberlemiştim. Her şey plana uygun ilerlesin diye kendi kendime müthiş bir eziyet ediyordum. İsmini bulup telefonu sehpaya bıraktım. Kahve fincanına biraz rakı doldurdum. Bir dikişte sek rakıyı yudumlarken az sonra olacakları adım gibi biliyordum. Telefonun hiç bu kadar acı acı çaldığını hatırlamıyordum açıkçası aklıma getiremiyordum.

Karşımdaydın işte. Sesini duyuyordum, ahizeye üflüyorduk karşılıklı, sevimli çocuk pozları gitmiş, karşımdaki tam anlamıyla bir kadın olmuştu. Aptal bir aşık gibi davranmaya karar vermiştim, içimdeki acıyı ancak bu şekilde bastırabileceğimi aylar süren mental uğraşlar sonucu keşfetmiştim. Kimse duymasın diye banyoya girdiğini, suyun sesini açtığını duyuyordum. Benimle hem konuşuyor, hem de o esnada dişlerini fırçalıyordun. Kurduğum, upuzun cümlelere karşılık olarak bana, hı hı, evet, öyle aslında gibi cümlelerle karşılık veriyordun. Sana olan aşkım bir darbe daha yiyordu. Bu darbeyle ülkedeki tüm aşklar yirmi yıl daha geriye gidiyordu. Yaptığın bu darbeyle şimdi yeni bir aşk anayasası yapman gerekecekti. Kalbinde sıkı yönetim ilan etmen gerekecekti, farkındaydın. Seni eskisi kadar sevmiyorum artık dediğinde bu konuşmanın yeterince uzadığını fark edip, telefonu kapatmayı düşündüm. Ortama biraz, ağlama efekti eklemeliydim. Ağlayamadığım için utanıyordum, ortama biraz küfür, sitem ve isyan ekleme yönündeki fikirlerimi güçlükle bastırırken, ‘şimdi kapatmam gerek’ dediğini duydum.

Telefonu yavaşça sehpaya koydum. Şimdi gerçekten ağlayabilirdim. Bir havlu alıp banyoya gittim, yanımda götürdüğüm ve telefon konuşmasının hemen ardından doldurduğum fincandaki rakıyı kafama dikip, elimi cinsel organıma attım ve Ulysses’te uzun uzun bahsi geçen duru İrlanda’yı düşünüp boşaldım.

İçeriye dönüp çocukların yanına oturduğumda dört dakikalık bir konuşma yapıp, doğumumdan şu yaşıma kadar geçen sürede başıma gelen her şeyi aynı cümle içerisinde kullandım.  

İçlerinden en yakışıklı olanı, çakmağımı isteyip bir Marlboro Light yaktı.

13 Temmuz 2011

mauvaise foi

Seni bir şeylere benzetmek olmamalı. Yani mütemadiyen olmamalı. Kendi halinde, kendinle, ellerin ve sesinle, sesin ve nefesinle ve en önemlisi kirpiğinle, kendi kendine varolmalısın. Yani böyle bende değil, kadehin içinde uyuyakalmış yalancı cinler gibi değil, ruhumda gedik açan ölümcül soundtracklerde değil. Yani böyle birdenbire, yani teninle belki ama benimle değil. Yani demem odur ki; seni bir şeylere benzetmek olmamalı.

Seni bir yerlerinden düşlemek olmamalı. Yani en eski bir sözden, bir kırık dökük, neden söylendiği belli olmayan, ki yayvan bir ağızdan, ki kirli bir ağızdan söylenmiş eski bir sözden düşlemek olmamalı. Belki memelerinin uçlarından dişlemek gibi, belki kasıklarının isyanını bastırmak uğruna ilan ettiğim genel seferberlik erotizm tarihinin Fransız ihtilali yerine geçerse diye Jan Darc’ın cinsiyetinin bir anda değişivermesi gibi. Yani seni düşlemek, böyle kaygan yerlerinden değil de, kuru bir sözden değil de, bir hatıradan değil, yalnızlıktan hiç değil de, ölüm korkusundan belki, evet ölüm korkusundan düşlemeli seni. Yani demem odur ki; seni bir yerlerinden düşlemek olmamalı.

Seni  sevmek böyle saçma olmamalı. Yani hülyalı bir bakış gibi olmamalı. Yani bir şeyleri anlatmak gibi olmamalı. Bir şeyleri karıştırmak gibi olmalı. Altkültüre üç dakikalık saygı duruşu belki, belki nefertiti’nin gelen dip boyası gibi, yani ne bileyim mermi felsefesi gibi sevmeli, düşmanca ve katatonik belki, ama pişmanca ve patetik olmamalı. yani demem odur ki; seni sevmek böyle saçma olmamalı.

Seni özlemek böyle acı olmamalı. Yani rahat bırakmalı artık bizi insan doğası. Kelimenin içine nüfuz eden bir esrarkeş tavrı yüzümüze yüzümüze vurmamalı. Arabanın arka koltuğunda kaldırınca kafamı yukarı akıp giden ışıklar seni hatırlatmamalı yani. Yani ne zaman here comes the rain again? Yani mevsim bahar olunca, sevenler kavuşunca,  bende özledim bende şeytan üçgeninde kalsa aklımın odacıkları, heartbreak hotel sakinlerine yayılır ince bir alkol ve ot kokusu. Yani seni özlemek gece vakti çıkılan bir şehirlerarası yolculukta herkesin tepe lambası sönükken benimkinin yanması. Geri kalan tüm jargon, tüm tarih, tüm felsefe ve edebiyat ve tüm kimya bir artalan olarak çocukların hayal gücüne bırakılmalı. Gerisi, senden sonra öptüğüm tüm dudaklar adına yemin ederim ki teferruat! Yani demem odur ki; seni özlemek böyle acı olmamalı.

Seni kimsesiz ve sessiz, sessiz ve kalabalık, kalabalık ve acımasız şehirlerde kirletmek olmamalı. Kıpkırmızı olmamalı mesela. Yani sen bilmiyorsun da tsunami gibi kalkan organlar var o şehirlerde, yani bir halk türküsü gibi yazık ettin gençliğine deme cesareti içimizi allak bullak ederken, yani seni dost meclislerinde yarı küfür yarı isnatla anarken, yani aslında böyle böyle dillerimiz kanarken, susup yerimize oturtunca sen bizi, biz cümlenin noktası oluveriyoruz. Ölüveriyoruz. Yani suratlarımızda gündüzden kalma hummalı hüzünlerle seni anarken, sen suratımıza suratımıza İskandinav fiskeleri vurma ne olur! Seni kirletmek, belki bir durakta eski bir dostu, kasıtlı bir havayla bir sinsi hesaplanmışlıkla 5 dakika bekletmek gibi olmalı. Yani demem odur ki; seni hunharca kirletmek olmamalı.


Yani demem odur ki; sevgiye dair kaç soru varsa hepsi ani bir kararla boş bırakılmalı.

Senin beni tanıman için sevgilim, Ruhumun takım elbisesi olan tenime bir sarı gül takılmalı.

Senin beni sevmen için sevgilim, bir kitlesel hareketle bütün tanrıtüyü kelimeler yakılmalı.

15 Haziran 2011

Lanetlilerin Saç Stili

gittiğin bir ev varsa bol ışıklı
öldüğün bir adam vardır
o coğrafyada başkalarına onurlu,
bulunduğu iklimin mevsimine ters
özneye koşut sapına kadar
sigarasına ateş arayan bir
ceset vardır

aldığın bir intikamsa son yakışıklı
öldürdüğün bir adam vardır
o coğrafyada bir yerde kendine zorunlu
başkalarına çoğu kez seçmeli ders
yükleme sadık sapına kadar
köşe bucak cesedini arayan bir
ceket vardır.

14 Haziran 2011

Yerüstünden Notlar

Ben vardım. Verdiğim paranın üzerini bana uzattıklarında fark ettim varolduğumu. Vardım, bu huzursuz ediciydi. Demek ki ben vardım ve bana para uzatıyorlardı. Evrende bir yer kaplamanın basitliğini düşünecek kadar zamanım yoktu. Ben vardım, buna sevinmeli miydim üzülmeli miydim bilmiyorum.

Ben vardım. Kaldırımda yürürken omzuma çarptıklarında hissettim varolduğumu. Varlığıma teselli arayacak halde değildim, varlığıma anlam yükleyecek halde değildim. Konuşuyordum, konuşmalarımı duyuyor ve bana cevap veriyorlardı. Demek ki ben onların, gördüğü, duyduğu bir şeydim. Demek ki ben onların öldüğü bir şeydim. Bunları aklım almıyordu. Tam 25 yaşındaydım ve insanlar omzuma çarpıyorlardı. Bir omzum vardı ve ona çarpıyorlardı.

Ben vardım. Vardım ama bir umutsuz nesne gibi vardım, vardım ama bir tutarsız günce gibi, yararsız söz gibi, ölü bir ruh gibi vardım. Vardım ama kelimelerin gücü kadar vardım. Bu bana acı veriyordu. Vardım ama bir metafizik eylem gibi vardım. Vardım ama varlığımdan iğrenir gibi vardım. Bunu anlamanızı beklemiyorum.

Ben vardım. Tutup varlığımı yadsıyamazdım. Böyle bir şey hiç yokmuş gibi davranamazdım. Nefes alıyor ve konuşuyordum. Bilmediğim bir yerde kendimi konuşurken buluyordum. İşte öyle kendimi konuşurken bulunca, birden kendi içime kapanıyor varlığımla baş başa kalıyor ve yorgun diyalogları kaderine terk ediyordum. İçinden çıkılmaz haller alan bir varlıktan, bir varlık düşüncesinden sıyrılamıyordum. Bu varlık düşüncesini daha da ileri taşımak, bir adım ileri gitmek, sonra birden, birdenbire varlığımla geri çekilmek istiyordum.

Elbette bunu birilerine anlatmayı çok kez deneme girişiminde bulundum. Delirmek üzere olan bir insan gözüyle bakıldı bana. Ya da saçmaladığıma hükmettiler. Varlığımı içimdeki dehlizlere göndermem gerektiğinden bahsettiler. Açıkçası ben insanlar nasıl olurda bunu düşünmezler diyordum kendi kendime, nasıl olurda uzatılan para üstünü alır, ceplerine koyar ve konuşmalarına kaldıkları yerden devam ederler diye düşünüyordum. Bir hastalık gibi bu varlık düşüncesi beni yiyip bitiriyordu.

Ben paslı bir kapı tokmağı gibi vardım, sertleşen bir erkeklik organı gibi vardım. Kimseye derdimi anlatamayacağım bir şekilde vardım, kelimelerin tutsaklığı kadar vardım. Namlu ve tetik arasında sıkışıp kalmıştım ve psikologlardan yardım alamayacak kadar zekiydim. Zekilerden yardım alamayacak kadar psikologtum. Aslında eylemden sonra gittiğim hiçbir şehirde yoktum. Bu anlatılması ne kadar güç bir dertti, ne kadar kemirgen bir fareydi.

Algı en büyük günahtır yazmıştım defterime. Algı şeytani bir günahtır. Bütün bu varlık meselesi benim deli kafamdan kaynaklanıyordu. Yerine oturup konuşmaya devam edemeyen miskin karakterimden kaynaklanıyordu. Omzuma çarptıklarında geri dönüp bunun hesabını soracak sinirli gözleri bir mizansenin içine yerleştiremediğim için midem bulanıyordu. Omzuma çarpmışlardı ve ben güç bela önümdeki ilk apartmanın giriş basamaklarına oturup bir sigara yakmış, bilmem kaçıncı nefesten sonra çarpıntımı anca bastırmıştım. Varlık bastırılamayan bir isyandı bilincimde.

Evet ben vardım, bir fenomen olarak vardım. Belki bir olric olarak, belki bir yardımcı karakter olarak vardım. Vardım ama bir ses dalgası olarak, bir titreşim olarak, belki bir enerji olarak vardım. Ancak bu kadar vardım. Artık hangi yüzle markete gidip ‘bir sigara alabilir miyim’ diyecektim. Saatlerdir, zamanın kimler tarafından hangi sebeple böyle kurgulandığını düşünmekteydim. Hastalık vücudumda büyüyordu ve ben bu hastalıktan hem kurtulmak istiyor hem de ahlaksız bir zevk alıyordum. Ben bunları ne zaman anlatsam dostlar teselli ikramiyesi tadında paragrafik cümleler kuruyorlardı. Onlar varlık hakkında ne bilirlerdi ki! Onlar para üstünü almadan yoluna devam eden birisine ancak ahmak sıfatını uygun gören kertenkelemsi insanlardı. Varlık ve varlık düşüncesi beni onlardan da gittikçe uzaklaştırıyordu, hissediyordum.

Egsiztans nasıl bir çelişkiyle donatılmıştı. Kim bize bu kötülüğü enjekte etmiş olabilirdi? Bir deney sonucu mu üretilmiştik. Deney kontrolden çıkınca mı salmışlardı bizi bu yaşlı planete. Durup düşünüyordum, düşünüp duruyordum. Düşünüp düşüyordum her seferinde. O büyük kaya parçasını Sisifos gibi her seferinde en tepeye çıkartıyor ama onu orda bir türlü tutamıyordum. kaya sürekli üzerime yuvarlanıyordu. Ben bundan kimseye bahsedemiyordum ve bu durum canımı acıtıyordu.

Ben vardım, para üstünü almadım ve şehrin karanlığını boydan boya yutmaya karar verdim.

Ben vardım, yani bir hiç olarak vardım. Yani para üstünü alsam da almasam da varlığımı kendime kanıtlama telaşının bulantısından kurtulamayacak denli vardım.

Siz siz olun sağ olun var olmayın, para üstünüzü almayı unutmayın.



*Eğer biz gölgeler haddimizi aşmışsak, her şeyin tatlıya bağlandığını düşünün. Aslında bu görüntüler oluşurken siz kazara burada bulundunuz.

24 Mayıs 2011

pudor

demek istediğim şey şu ki; hayat sizi öylesine, durup dururken, elinde hiçbir sağlam neden yokken aşağılar.

körpe bedenli üniversiteli kızlar, dillerine yeni şarkıları yapıştırıp, süzülürler eğlenceli yerlere. elbette, yanlış olan bir şey yok, onlar şanslı olanlar. birilerine acıyorsanız, birileri o an sizi görüp size acıma eğilimine girer ve öznenin orospusu olursunuz. ki bu tehlikeli bir durumdur. buna gerek yok şimdilik.

yani bir kadının göz rengine, makyajının tonlarına vurulma zamanı geçti çoktan.

yani demek istediğim, hayat sizi durup dururken aşağılar.

neyse, elimdeki kadehe biraz serenad yapmayı düşünüyorum.

belki bir gün vaktim olursa size sonbahar'dan bahsederim. iyi geceler...

15 Mayıs 2011

Maldoror'un İsyan Çığlıkları

Bu gece;

Hastalıklı ciddiyet, iltihap espriler, başka bir bilinç tarafından sakatlanan ve üç hafta sahalardan uzak kalacak bir bilinç, sezonu kapatan bir kalp. Hiçbir edebi yönü, hiçbir sevdalı bakışı olmayan kadınları üzerine yatırdığım beyaz sayfalar ve o kadınları yıkadığım köpük köpük bir retorik. Bazen kurban, bazen cellat rolü oynamanın, oynayacak olmanın dayanılmaz hafifliği. İçinde bulunduğunuz duruma kayıtsız süreli ya da sürekli dostluklar, okunacak şiirin size yazılmamış olma ihtimalini yok sayarak dizelerde kendini bulma telaşı ve hüznü.

Melankoliyle suçlanmanız, size uzatılan yardım elleri, size kapatılan kapıların paslanmış tokmakları. Hiçbir vakit iyi olmayacağınızı, iyileşemeyeceğinizi bildiğiniz halde yaşamanın onursuzluğu. Çocukluk kokularının yok olması ancak buna rağmen çocukluk korkularının devam etmesi. Kaybedilene duyulan özlemin ve elde edilene verilmeyen kıymetin birbirlerine bıçak çekmesi. İçki içip, ağlarken aynada suratınızı seyretmenin, aşağılanmanın tarifsiz hazzı. İhanetten zevk aldığınız halde ona karşıymış gibi görünmeniz. Bakire hiçbir mısranın kalmaması dolayısıyla, kelimelerle tek gecelik ilişkilere girmeniz.

Suyunuzu verecek bir bedbaht arkadaşınızın kalmaması. Dünyanın güzelliğinden bahseden dergiler. Statükonun albenisi, her çağın yükselen değeri olan kadın bedeni. Ölümün olduğu yerde esprinin işlevsiz hale gelmesi. Gecelerin intiharı ve günahı ve suçu çağrıştırdığı için uyku saati olarak algılanması. Bilmediğimiz hayatlara duyulan akıl almaz hayranlık. Ahlakın ve kuralların ahkam kesen iç yapısı. Elastik bir adamın kırılganlığındaki yüksek ironi. Kendini geliştirmenin mastürbasyon kelimesiyle olan yasa dışı ilişkisi. Bu yasadışı ilişkiden doğan çocuğa tecavüz eden dante’nin çocuk pornosundan yargılanması.

Determinizmin kayıtsızlığı, egsiztansın içinden çıkılamaz çelişkisi. Derinlik sarhoşluğundan kahveyle arınılmayacağının tokat gibi ifadesi. Kadınların asla anlaşılamayacağına dair radyo programları. Komik bir fıkranın komik olmayan bir formda anlatılmasında estetik bir tat bulan cool delikanlı. Altyazısı senkronik olmayan aşk filmleri. Bilimin göte anüs, amcığa vajina, yarağa penis demesindeki samimiyetsiz ama kabul edilebilir hava. Sabah ezanlarının can acıtan tınısı. Varolmak için rock müzik dinleyen ergen gencin deep purple’dan yarım İngilizceyle mırıldandığı şarkı.

Giden sevgiliden kalan bir iç çamaşırı totemi. Sapıklığın seks boyutundan edebi boyuta sıçraması. Az konuşan adamın ciddi olduğu ihtimaline verilen büyük önem. Az konuşan adamın yaptığı en kolpa espriye dahi çok gülünmesinin altında yatan insan psikolojisi. İhanetin en büyük korkumuz olmasının nedenine Hristiyan öğretinin yaklaşımının ne olacağının kolayca kestirilebilir olması. Bilincin linç edilmeden önceki son çığlığı.

Kafamı çok kurcaladı.

04 Mayıs 2011

Hiç Olmanın Estetiği

Söz, tren raylarına bağlanmıştır. O sıra tutarsız bir malumattır geceyi hüzne boğan. Belki, kimbilir gece kendiliğinden hüzünlüdür. Eşyaya aranan bir kanı enjekte eder, arabeski aşağılanmanın etkisinden alır baş tacı edersiniz. Gündüz olmaz tam bir senedir. Rüya, freudyen bir bakış açısıyla asla yorumlanmaz bu ayrılıklardan sonra. Söz bir keskin nişancı tarafından vurulur, anlamını her yerinden akıtır. Yerden yere vurduğunuz pop müzik, size anlamlı gelmeye başlar. Kral tv tadında yoksunluktur çünkü yaşanan. Derinliği olmayan bir fantezidir elinizde kalan. Elinizde tuttuğunuz size girmiştir. Kitaplar anlamsızlaşır, filmler ne boş şeyler anlatır öyle vakitlerde. Sadakat buzlu bir zeminde artistik patinaj yapar, çünkü nanik depresif bir sevdadır içinizi kanatan. Öyle boktan bir sevdadır ki, sosyal platformlarda bir karşılığını asla bulamazsınız. Dert yanmak için kimseyi bulamadığınız halde, Starbukcs’lar hınca hınç doludur. Ağlamak, estetik bir hal almaktan çıkmış, gittikçe dozunu artıran, rahatsız edici bir böğürmeye dönüşmüştür. Yaşam bir paragraftır ve siz her paragrafta parçanın anlam bütünlüğünü bozmaktasınızdır.


Söz, kalorifer borusuna asılmıştır. Söz, depresyonu kaldıracak dirayette hiçbir zaman olmamıştır. Canınızı acıtan herkes kadar yavşak olmanın dayanılmaz hafifliğidir o esnada. Gecenin metafiziğini sistematize edecek filozoflar, planlanmış cinayetlere kurban gitmişlerdir. Gece, bizim gibi yalnız adamlara suikast girişimidir. Siyaset kafa bulandıran bir aracı gibi rakseder televizyonda, hüzünlü yaradılışınızı hangi yoga terapisi bastırabilir, bilemezsiniz. Dırlı dirli makaleler yayımlanır sayfalar dolusu, siz sikilmişsinizdir. Bilim sizin sikilmişliğinizi estetize eder, kendinize bir kez daha hayran olursunuz.

Söz, bir foseptik çukurunda ölü bulunmuştur. Fantazma iki bedenin tek beden olma çabasında gizlenir o sıra. Oturduğunuz muhitte bakkal amca her gün yeni bir aforizma üfürür. Siz anlatamamanın verdiği kaygıyı eritir kendi kulağınıza küpe yaparsınız. Söz, kimseye haber vermeden bu diyardan çekip gitmiştir. Siz futbol maçlarında hep bir ağızdan küfür edemezsiniz. Siz kocaman bir hiç’sinizdir. Kendiliğinizi bu hiç’liğin üzerine inşa etmekten uzun süre kaçmış, en sonunda bu çabayı hiç’lik kazanmıştır. Yürüyüp uzaklaşmanın estetiğinden yoksunsunuzdur artık, paldır küldür gidişinizde hiçbir şiirsel tat, hiçbir ahenk kalmamıştır, sesiniz gök gürültüsüne koşuttur. Olur olmadık ağlamanız, korkutmadan yağdır mevlam söylencelerine eşlik eder. Siz belki o sırada tutunacak bir mit ararsınız. Telefon rehberini açar, tüm eski sevgilileri ararsınız. Tüm eski sevgililer, sizin öldüğünüz gün sayısı kadar sevgili eskitmişlerdir o sıra. Oturma grubu falan bakmaktadırlar.

Söz, tecavüze uğramış ardından hunharca katledilmiştir. Üniversiteler ne kadar acımasız olduğunuza bakarak ödül dağıtırlar o sıra. Öğreci evleri hep dedikodu kokar, barlara her zaman sikilecek kadın aramaya gidilir. Barlara hep sikilecek yürek aramaya gidilir. Söz beş bin feet yükseklikten yere çakılmıştır. Sağ kalan hiçbir anlam yoktur. Cnn International, sizin defalarca tecavüze uğramış benliğinizle ilgilenmez, Bbc sizin kalbinizi soyup giden hırsızların gizli kamera görüntülerini hiçbir zaman yayınlamaz. Hiç’liğiniz asla Mtv’de liste başı olamaz. Söz, eski kocası tarafından elli beş kez bıçaklanmıştır. Eski koca cinayeti garantiye alma düşüncesiyle piskopatlaşır her bıçak darbesinde, siz bıçağı kendinize dakikalar boyu saplamış, psikopatolojinizle baş başa kalmışsınızdır. Sizin depresyonunuz, psikolog delirtir. Ego her bir derde derman olur, ego sağlığa çok yararlıdır. Sigarayı ve içkiyi acilen bırakmalısınızdır. Dünya çok hoş bir yerdir. Hayatta en ulvi amaç mutlu olmaktır. Kimi ne kadar sikerseniz o derece mutlu olacaksınızdır. Orospu çocukluğu bir yarıştır, siz start finiş düzlüğünde kaza yapmışsınızdır.

Söz, kriminal incelemelere tabi tutulur. Balistik çok şahanedir. Hasar tespit çalışmalarına uzaktan bakmaktasınızdır o sıra. Kulağınızda bir mp3, ağzınızda bir sigara vardır. Polisler size yaklaşıp, kim olduğunuzu sormakta çok cesurdurlar. Hatta onlar kim olduğunuzu kafa kağıdınıza bakıp anlayacak kadar dahidirler. Sizin vereceğiniz tüm cevaplar, tüm olasılıklar, tek seçeneği olan bir soruda sınırlandırılmıştır. Kaybolmuşluğunuzu boş bırakırsınız, sonraki sorulara devam eder, vakit kalırsa bakarım demişsinizdir. Siz her yerinizden darbe almışsınızdır, kurumların sikinde hiç değildir. Siz çünkü her kısır döngüde aptallık bulursunuz, uzun geçen süreleri fasit dairelerle aynı kategoride tutmuşsunuzdur.sonunda bulunduğunuz bölgeden paldır küldür uzaklaşırsınız.

Çünkü siz kocaman bir hiçsinizdir ve kriminal raporlar gösterir ki; aslında söz kendi kafasına sıkmıştır.

Dipnot: Dante

24 Nisan 2011

Otobüs

beni hem alıp koynunuza saklamak
hem de tenhalığımı bir an önce 
yasaklamak istersiniz
gülümsememde bir müsait yer bulsanız
hemen inmek istersiniz

20 Nisan 2011

amor amor

şarkılar amor amor
otobanlar köpek cesetleri
ben beat'ik bir birayım amor
öte yanlar hep cennet resimleri

organın bir rabbit hole
suretim bir rabbit amor
daya ağzını ağzıma
akıt di en ey, sıvı mor amor

meydey meydey
atlantis bizde kayıp amor
gazeteler cesetler ölü üzeri
sayfalar hep ekonomi amor

31 Mart 2011

dear diary

aslına bakarsanız işler hiçbir zaman yolunda gitmedi. biz yolundaymış gibi davrandık sadece. aslına bakarsanız hiçbir zaman da yolunda gitmeyecek.

belki durup, düşünüp durumun benden kaynaklandığına hükmedeceğim. durumun çok durumsal olduğunu, bu yüzden bu kadar durumsal göründüğünü söyleyeceğim ya da. yoksulluğun para ile ilgili olmadığını farkedeceğim. kendimi suçlayacağım. yaşadığım, başıma gelen her şey için kendimi suçlayacağım. birini durdurup "hey, baksana! her şey ayrı mı yazılır diyeceğim." sonra 'herşey'in ayrı yazıldığına hükmedeceğim. herşeyin kim tarafından ne zaman, hangi zihniyetle yazıldığına ise tarafsız yaklaşacağım. 'ateşle yaklaşma' yazan her tankerin yanına yaklaşacağım sinsice. son konuşmalarımdan birinde, benden yaşça büyük ve tercihen beyaz saçlı ve yine tercihen sigara kullanan bir adama hiçbir şeyin benim tercihin olmadığını bu yüzden suçlu olamayacağımı anlatacağım. tercihen ondan bir sigara isteyeceğim.

o sıra bir zamanlar beni düşünmüş bir kadın, reklam arasında kanal değiştirecek. üzerinde pijamaları olan "uf, bu akşam televizyonda hiçbir şey yok" diyen bir kadın. tüyler ürpertici bir film izliyor olacağım ben o sıra. ellerim ve dudaklarım sigarayla samimi dostluklar kuracaklar. sigarayı bırakmaya 47845671. kez karar verecek, ancak bırakmayacağım. kapım hafif bir esintiyle tekrar açılacak kapatmayacağım, yani tercihen kapatmayacağım.

işler hiçbir zaman yoluna gitmeyecek. birileri herşey yolundaymış gibi davranacak. birileri "herşey yolunda" diyecek. bir "şeyler" beni bitirecekler. "şeyler" beni bitirecekler. 

alkol eski tadı vermeyecek, bir adam "kadınlar böyledir abi" muhabbeti yapacak. bir adam "kadın ruhu" konulu seminer verirken elinde bira ve sigara olacak. bir adam bu adamın haklılığını belirtecek. bir kadın "hayır yanılıyorsunuz" diyecek.

harflerin yoksulluğuna konuk olmanın çekiciliğini fark edeceğim, ümitsizce onlara sığınacağım. herkes ayrılık yaşayacak, herkes aldatılacak, herkes en az bir kez terk edilecek. ben harflerimle sikimin keyfine yaşayacağım. imtihan ve intihar kelimelerinin benzerliğini, bu ahlak dışı yakınlığını kurcalarken, çakmak ateşimde imzam görünecek. tükürdüğüm balgamda içimden geçen trenlerin öküzü olmadığımı, içimden geçen trenlerin hangi viyadükten yuvarlanacaklarını bildiğimi iddia edeceğim.

şeyler beni rahat bırakmayacaklar, birileri beni kurcalayacak. kendime bir anıt mezar yaptıracağım. "korkunun ecele faydasını, ölümün eceme paydasını" inceleyen bir dernek kuracağım. derneğim iflas edecek. bir seri maktül kiralayıp, kendimi azmettireceğim. çünkü işler hiçbir zaman yolunda gitmeyecek.

farkındayım patolojimin.

22 Mart 2011

İntifada

belki ben temaşa eden bir suyum
aklım ışıkta
şimdi alabildiğine kalabalık bir
şehirde filarmoni orkestrasısındır sen
ki benim aklım ışıkta bu yüzden

belki ben vazgeçemediğin bir huyum
biraz Pascal, biraz Joyce
seni çok özlemişsem, dayanılmazsa
Porfirio Diaz
belki de şu anda sen çok tenha bir
şehirde imkanlar dahilinde değilsindir
aklım bir kaşık suda

belki de ben ortadoğuyum
şiirime damlamaya uğraştığın anda
ortabatısın.
ki nerenin doğusuna gitsen bir yerin
batısısın.
şimdi sen çok karışık bir şehirde
karmaşaya karışmış normal şartlarda
etkili olabilecek bir devrim çığlığısındır
iç işlerine bulaşan kirli bir el
olabilir Amerika
ki benim aklım sigara paketinde bu yüzden

ben kendime kurulmuş hain bir pusuyum
yok yok ben ortadoğuyum ya sahi
hani hergün aşure hani hergün kerbela
ben severim Filistin'i
bu yüzden kalbim dört mevsim intifada

17 Şubat 2011

Randevu

sevgilim senin için de uygunsa
tanrının olmadığı yerde buluşalım.

07 Şubat 2011

Voltaire'i Hapsetmeyeceksiniz!

02.13

Her gece yatağa yattığımda tanrıya dua ediyorum ama tanrı benden önce uyuyor olmalı.




02.33

Tanrıya kırgınım.




02. 46

Artık varlığı ya da yokluğu ile ilgilenmiyorum.




02.53

İçimde organize suç örgütleri ile doğdum.




02.59

Egzistansın amına koyayım.




03.16

En acı şey katlanamamak, kabullenemek. Dünyanın tasarımında eksik olan o kadar çok şey var ki.




03.17

Bir şeylere inanmak, inanabilmek “başarı” sayılmamalı. Bu bence saçmalığın başlangıç noktası.




03.26

Voltaire, Schopenhauer, Spinoza, Sartre bu sıkıntıyı anlattı. “Tanrı yoksa dedi” Dostoyevski “her şeye izin olur” Karamazov Kardeşler’de.




03.31

Keşke Nietzsche’yi sadece “Nietzsche öldü. –Tanrı, Tanrı öldü. –Nietzsche” olarak algılamasaydık.




03.41

Tanrı beni suçlayacaksa ben onu affediyorum.




03.54

Eğer ben tanrı olsaydım, istifa ederdim. Çünkü işler çığrından çıkmış durumda.




04.18

Ben küçükken Batman’e gerçekten inanırdım.




04.22

Cennetin mükafat olması tesadüf değil. Cehenneme doğuyorsunuz.




04.37

Hayat bir imtihan diyorlar. Ben cevap kağıdına adımı yazmayacağım. Tanrı “100 alan kim?” diyecek. Sessizce sınıftan çıkacağım. Muhtemelen sözlümü düşük verecek. Tanrı neye göre not veriyor?




04.41

Tanrı demokrasiyi sevmiyor. “Doğmak ister misin” diye sormuyor. Sonra “akıl verdik seçsin diye” diyor. Sanırım Hitler daha demokratikti.




04.46

Tanrının egosu olmamalı. Egosu olan biziz.




04.55

Tanrı şeytanla aynı masaya oturmamalı.




05.18

Tanrı bir korku imparatorluğu mu kuruyor?




05.27

Tanrı beni hiç sevmedi.




05.38

İnsan cenneti hayal bile edemiyor ancak cehennem çok iyi tasvir edilmiş. Hemen gözünüzde canlanıyor. Ailghieri bu yüzden Cehennemi çok daha iyi anlatmıştı.




05. 42

“Tanrının senden nefret etme ihtimalini de düşün. O seni aslında hiç sevmedi. Bizler tanrının istenmeyen çocuklarıyız, öyle olsun!” -Fight Club.




06.03

Bazen kusmak ister de kusamazsınız. Aslında sizi siz yapan o bulantıdır. Kustuğunuz anda hayat anlamsızlaşır. Gırtlağınızda acı bir tat kalır. Neden kustuğunuzu düşünmeye başlarsınız. Sorgulama işte o anda başlar.




06.28

Bulantınızla avunun.




06. 45

Tahminimce bütün zeki adamlar cehennemde olacaklardır. Aptallık hangi dönemde mutluluk getirmedi ki zaten?




06.57

İnsanların tanrı rolünü çok iyi oynadıklarını, tanrı hakkında konuşmamıza izin vermemelerinden anlayabiliriz.




07.00

Tanrı uyanmış olmalı.. Dikkatli olun ve kendinize çeki düzen verin. İyi günler.

02 Şubat 2011

Cinderella

aklıma geliyor bazen aptallığın

işte öyle anlarda
hücrelerine dek sikmek istiyorum seni
ve orospuluğun yirmi dört nala koşarken
koyu karanlık ortadoğu gecelerinde
kumral saçlarını bağlamak
istiyorum
deli bir adamın yaşadığı evin balkon demirlerine

ve tükürmek kanlı kanlı
intikamın en taze kesilmiş
halini suratına

12 Ocak 2011

Ölmek Zamanı

sus şimdi
yalnızlığın köhne zamanındayım
virane isimli bir meyhanede
izdüşüm adlı bir kelimeyi kovarken zihnimden
altı üstü bir kadının
ölme zamanındayım

eller diyorum ellerin diyor el
anlatmasın hiçbir şehir
ne istanbul ne ankara ne izmir ne eskişehir
ne zaman halkçı bir çizgide
öpecek olsam yanaklarından
bir küçük oğlan çocuğunun tatlı telaşındayım

bir galaksi düşün bir inme indir
yitik bir delikanlının yüreğine
oracıktan, evet evet tam da oradan
olduğun yerden, kaldığın yerden
gittiğin yerden geri dönmeyeceğini
dönemeyeceğini bana bir ufak mektupla bildir
durduk yere meraklanma
ben sorduğum her sorunun cevabındayım

ellerin ne olur ellerin
anlatmasın hiçbir şehir
okumasın hiçbir şiir.

öpüşelim durmadan, kuşlar uçsun öpüşelim
yağmur yağsın öpüşelim
öpüşelim yağmur yağsın
ilk kez öpüşelim son kez öpüşelim
şeytanla arada bir görüşelim
çünkü ben yüzyılımın çingene zamanındayım

sen sus ben senin resmini çekeyim

06 Ocak 2011

kayıp günlük/alterego

'komik bir adamın' ciddiye alınma olasılığının düşüklüğünde 'hastalıklı bir adam gizledim' hep. kendimden kaçıp, kendime koşarken kaderimin fasit dairesinde, kimsenin hakkında konuşmadığı 'bir ölümü özledim' hep.

                                                                                                                

Dante - 06 Ocak 2011