29 Ekim 2010

masal çarpanları

rica etsem beni asal çarpanlarıma
ayırabilir misin?
ama unutma!
ben ancak hüzünlerimle çarpılır
ve yine ancak
yalnızlığıma bölünebilirim..

21 Ekim 2010

20 Ekim 2010

ailemizin medar-ı intiharı

sigaram tekrar tekrar intihar ederken artık morlaşmış dudaklarımın arasında, uzandığım zeminin temiz olup olmadığını düşünüyorum bende tıpkı tyler'ın tabancasını düşünen 'the narrator' gibi. rüyaların kayıtsızlığı, insan olmanın, ahlaklı olmanın siktiriboktan dayanılmazlığı aklıma düşüyor. bir kaç kalp incitebilirdim aslında diyorum kendi kendime.

düpedüz, fiili bir yalnızlık bu. tekbaşınalık değil, bildiğin yalnızlık. 'tabancanın tetiği kadar sevebildim seni..' 'bir kurşun mesafesi kadar sevdim'.. aklıma gelen bu cümleleri neden hiçbir kadına söylemedim diye düşünüyorum o soğuk zeminde. üzerimde 3 yıl önce alınmış bir tişört. altımda iki hafta önce alınmış bir blue-jean. elimde yarısına ulaşmış bir sigara. hemen yanda sandalyenin üzerinde, biraz bonzai.

ve yattığım yerden goethe'ye küfürler savuruyorum. alman romantizmini duvara dayayıp, bağırtarak becermek istiyorum. idealizmin üzerine basmak, tüm ahlaki sistemleri reddetmek istiyorum bir anlığına. sigaram bitiyor, bir sigara daha koyuyorum titrek ellerimi kullanarak, dudaklarıma. bir çakmak asla bir kibritin yerini tutmaz. kibrit karakterlidir. bazen trip yapar, rüzgarlı havalarda yanmaz, bazen ortasından kırılır, elinizi yakma tehlikeniz vardır. bazen kutuda bi tane kalır, buna karşılık 2 sigaranız vardır. hayat üzerine sizi düşüncelere sevk eder. ben eğer bu kadar Elm Sokağı'ysam rüzgarda kibritle sigaramı yakamadığım içindir. boş yere öldürdüğüm tüm kibrit çöplerinden özür dilemek istiyorum. çakmak kadar kapitalist bir icad daha tanımadım. çakmakları yasaklamamız insanlık için hayırlı birşey olurdu.

soğuk zemin. mermer. arkadan gelen müzik sesine kulak veriyorum child in time olmalı. ne müthiş, ne muazzam bir an. ölmek için doğru dakika. sanki şimdi ölmezsem bir daha ölemeyecekmişim gibi geliyor. bu tabi ki bir requiem. bu tabi ki eldorado.

bu bir zihin tutulması.. yere yatıp zeminin dudaklarını öpüyorum. kalbimde sağanak yağışlar yok. kalbim geri tepmesiz bir silah gibi sadece. ruhum, tanıdığım en büyük orospu. zeminde böyle yatmak, sırtımın donmasına neden oluyor. acıktım, bir sigara daha yakmalıyım.

her intihar girişimi sanatsal değildir. şimdi bunu düşünüyorum. intihar feryatla yanyana olmamalı. en güzel intihar sessiz intihardır. bir amaç uğruna asla olmamalı ayrıca. ormanda yolunu kaybetmek gibi olmalı. ve artık herkes seni kimsenin kurtaramayacağını duyumsamalı. kimse kimseye yaşaması için ısrar etmemeli. intihar edeceklere kolaylık sağlanmalı. teşvik edilmeliler. gülümsemek kolay çalınan bir penaltı?!

aklıma bir söz düştü, canı acıdı belli, yarasına işemeli miyim bilmiyorum.

'okunmaya değer hiçbir hikayem yok, intiharımdan başka'

16 Ekim 2010

i am your boogie man

geceler neden bu kadar intihar? saat ikiyi geçince neden bu kadar Freddy bütün sevgililer?
 
ve her şeyden önemlisi; ben neden bu kadar Elm Sokağı'yım?

14 Ekim 2010

anakronizma

dur, bana öyle uzaklardan öpücük gönderme. başkalarına benden söz etme, kendimi üçüncü tekil şahıs olarak görmeyi hiç sevmem ben. istersen dillerimin pelesenki, olasılık hesaplarımın pezevengi olursun ama öyle uzaklardan öpücük gönderme. beni öyle kelimelerin birinci anlamlarıyla anlatmanı, kelimenin diğer anlamlarıyla aldatmanı kendime yediremem. öyle uzaklardan cilveli bakışlar gönderme bana, bilmiyorsun artık ben onları sikmekten bıktım, birisi kalbime bir sakso bari çekiverse diyorum.

çünkü bilmiyorsun küçük kız, 'yaşamak' hepimizin intiharıdır aslında..

12 Ekim 2010

makyajımı tazelemem gerekiyor dedi hayat

şarap ucuzdu.
hemen yanımda oturmuş, yıldızların güzelliğinden, astronomiden, burçlardan bahsediyordu.
gözleri ucuzdu. elleri ucuzdu. kirpikleri ucuzdu. ya da bunlara anlam yükleyemiyordu kalbim henüz. dilim henüz sivrilmemiş, edebi kurgulara yön veren zihnim belki de hala okuldan kaçıp, tahteravalliye veriyordu kendini.

ben şarabı bir kendi dudaklarıma yapıştırıyor, bir ona uzatıyordum. şarapın tadı, nefret ettiğim eski sevgililerin tadına benziyordu. bunu ona söylemeye kalkmadım. o sadece bilmesi gerektiği kadarını bilecekti. daha önceki tecrübelerden bahis açmayacaktım, kalbim sır tutamazdı ama şarap sır tutardı.

kadın ucuzdu. elleri ruhuma dokunmaktan çok uzaktı. elleri organıma dokunabilirdi ancak. böylesine bir ahlaksızlıkta hep sanatsal bir yön bulurdum ben. bunu ona söylemedim tabi. o sadece bilmesi gerektiği kadarını bilecekti. öylesine büyük bir cahillik ve huzurla seviştik ki, birileri buna mutluluk diyebilirdi.

şarap ucuzdu.

yıllar geçti, beni bir rock barda buldu. geçmişe dair hiçbir şey düşünmediğim o salaş barda, gelip yanıma oturdu. onu görünce şaşırdım, o ise sukunetini koruyordu. şarap içelim mi dedi?

ikimizde hayatta başımıza gelenlerden bahsettik birbirimize, iş hayatında gördüğümüz vefasızlıklardan, sevgililerin çapsız sözlerinden, kırık dökük dostluklardan, aslında yaşadıklarımızın herkesin başına gelen şeyler olduğundan, insanlığın evrensel sorunlarının bu sorunlardan çok daha büyük olduğundan konuştuk. ama artık uzatma dakikalarını oynadığımız ve hayata karşı farklı mağlup olduğumuz konusunda ikimizde hemfikirdik. şarabı bana uzattı, kafama dikip uzun uzun içtim, sonra ona uzatacaktım ki vazgeçtim, şarabı kumların üzerine bırakıp dudaklarına devrildim. herşeyini kaybeden iki insanın sevişmesindeki sanatsal öğeler bir bir ortaya çıkıyordu. dostoyevski bizi görse yazabilir, dali resmedebilir, mozart besteleyebilirdi. sevişirken artık geri dönüşün olmadığını ve herşeyimizi kaybettiğimizi aynı anda tekrar düşündük. elim kasıklarında gezinir, dudaklarım onun ıslak dudaklarını öperken gözlerim bir ara kumların üzerinde duran şarap şişesine takıldı.

artık şarap dışında herşey ucuzdu.

08 Ekim 2010

Özür Dilerim Beatrice

damarlarımdaki çok miktarda uyuşturucuyla birlikte ruhuma bırakılan saatli bomba benzeri bir gece. muazzam şiirsellikte ve overdose'a meyilli gözleri olan bir kadın bu gece, kollarımda uyuma taklidi yapıyor.
öylesine şiirsel ki, 'yarın beni sakın arama, senin gibi bir adam beni bir daha aramamalı' diyor.
'bir depeche mode şarkısı gibi yaşıyorsun hayatını çünkü.' diye de ekliyor ardından
ve yırtarcasına çıkartırken üzerimden kıyafetlerimi, bir boşluk yakalayıp kulaklarına fısıldıyorum.
've bir enya şarkısı gibi ölmek istiyorum bebeğim'

'ben ölürken play butonuna basar mısın?'

06 Ekim 2010

french kiss

-'seni seviyorum, herkesten çok seviyorum' dedi
ben altmetninde yazan herşeyi okuyordum oysa ki
-'seni sikeceğim, herkesten çok ben sikeceğim' diyordu
ona onun hiçbir zaman anlayamayacağı bir derinlikle yanıt verdim;
'-ben seni hiç sevmiyorum' 
-'aşkolsun' diyip dudaklarını büzdü.
gülümseyip dudaklarını öptüm, ki bu öpüşün
altmetninde seni seviyorum kelimesinin ironisi anlatılıyordu

cehennem

yok olan bir şey gibi, yani aynalar, aynalar gibi, bir kimlik sonnet'si gibi adeta, fakat yüzünüz, sanki yüzünüze dokunsam ölürsünüz, bir dokunsam ölürsünüz, bilmediğim bir şiir gibi ölürsünüz, algıda kusur etmem kaygılanmayınız, gözleriniz bakunin'in anarşizmi gibi, elleriniz sanki sadece kendi varoluşundan sorumlu, sanki dostoyevski'nin varoluşçuluğu, elleriniz kimseye hesap vermeyecek kadar güçlü, utangaç ve solgun..

gitmeyiniz, durun, gidip durmayınız, sizinle metafor yağmurunda ıslanırız, dilleriniz sokrates'in keskin yargıları gibi, dilleriniz yaralayıcı, yani yok olmak gibi, yani bir kızıllıığı ellemek gibi, yani kızıllık, yani bacaklarınız, yani bacaklarınızın arası, dudaklarını öptüğüm o yarık, yani dışı kıpkızıl, içi bembeyaz. yani sartre'ın 'kendinde şey' dediği, yani 'balçıksı' dediği.. uluorta ölmeyiniz matmazel, yani ben içkiye ve nietzsche'ye düşkünüm, beni delirtmeyiniz matmazel.

ne var ki yaldızlı gökyüzüne benzer hallerim yok, solgunluk var demek istediğim, çoğalan bir şeyler, umursamaz bir şeyler, yani bencilce bir şeyler, yani sadece kendinde çoğalan bir şeyler, yani egosantrik, kelimem kadar güçsüz bir varoluş elbette bu, farkında oldukça utanan bir varoluş, yani bu bir nevi 'never ending way' matmazel. utanmayınız, memeleriniz daha masum bakışlarınızdan.

yani o memeler var ya, biri mağripe bakıyor diğeri maşruka, biri gel diyor diğeri gelme, yani memeler başlıca paradoksumuz olsun mu, olsun, sen şimdi hangi bilimin paradigması, billahi kafka'nın huzursuzluğundan başka bir şey değil bu yalnızlığınız, bu hissiniz, bu içkinin dibine vurma halleriniz, yani bu mutluyum halleriniz, bu herşeyden önemli benim halleriniz, bu balçıksı halleriniz, bu kendinde şey durumlarınız.

oysa ben sizi, ikonoklastik dönemlere benzetecektim, geç bizans'a, erken roma etkisine, yani ne biliyim myken uygarlığına benzetecektim, yani sizi tarihe mal edecektim, yani siz gittiniz kimlere mal oldunuz, yani demek istediğim biraz malsınız, olsun, sizi seviyorum, olsun sizi, aleksey ivanoviç'in polina'yı sevmesine benzer seviyorum, sizi katoliklerin isa'yı sevmesine benzer seviyorum, olsun, vallahi ben sizi nietzsche'nin lou salome'u sevmesi gibi, kafka'nın milena'ya yazdığı mektuplar gibi, neyse, sizi tarihe mal ediyorum. bakışlarınız barok mu? yani benim kalbim biraz rokoko'dur da.

yani ben sizin amınıza koyayım matmazel. bilinç kaybı bu, kelimem özensiz yani, bilinç akınca küfre gider dilim, yani amınıza, yani koyayım. yani vurgu tonunu korumak meselesi, yani benimle delirmek ister misiniz matmazel, benim kalbim biraz yorgundur, hem dilim içkiye, hem zihnim nietzshe'ye düşkündür matmazel.

yani matmazel sizi anarşimden çok sevdim, ki kimseye yapmam bu iyiliği.

02 Ekim 2010

niagara

terkedişler, kayboluşlar,
üçüncü sınıf korkular
kimsesiz çocuk bakışlı sevdalar
gözlerinde kendimi gördüğüm dilenciler
ağlatır beni!.

ama eski bir şiir kitabının
arasında ve yine
eski bir sevgili tarafından
belki benim uykuda olduğum
bir saate denk gelen bir sessizlikte
ki aynı sessizliğe sahip bir kararlılıkla
karalanmış bir şiir bulunca ben
asla ağlamam!..

artık takma ismim
'Niagara' olur!..

çünkü aynı sessizlikte
bir sevgilidir o.