29 Mayıs 2010

requiem

penguenler çöllerde geziyorsa eğer,
ben bir baretta'nın şarjöründe olurum mutlaka
o yüzden beni başka yerde arama.

sabah ezanları canını acıtıyorsa eğer,
ben huzursuz bir katilin aklında olurum mutlaka
o yüzden sen ne yap ne et beni,
okuduğun romanların karakterlerinde arama.

24 Mayıs 2010

yarım küre

hangi yarım kürede sevdim seni?
ve sen,
hangi meridyende sikip attın yüreğimi?

Hamlet/Shakespeare/Danimarka

temelinde ihanet var
ama onu suçlayamayız
onun sezgisi bu yönde.
biliyordu zaten Hamlet'te
Danimarka'da kokuşmaya başladığını
bazı şeylerin.

beni emziren bu fahişe ruhlar da
bırakmıyorlar yakamı!
üstelik bundan sonra
'a' harfinden sorumlu tutulacakmışım.

temelinde ihanet var,
yine de suçlayamayız onları..
biliyordu elbet Shakespeare
Hamlet'in ne düşüneceğini..

kestane ağacının altı

"kestane ağacının altında, sen beni sattın, ben de seni"

George Orwell - Bin Dokuz Yüz Seksen Dört

23 Mayıs 2010

sevemediğimiz şarkılar

sevemediğimiz o şarkılar yakamızı bırakmadı yine dün gece. hep bir hoparlörden ruhumuzu deldiler kötü adamlar. zaten aşkımız nifak tohumlarına çok müsaitti. müsait bir yerde inmeye de müsaitti esasında. aslında iğrençliğimiz, birbirimize farkettirmeden, birbirimizin ardından kazdığımız kuyulardan, moral depolamak amaçlı üzerine geldiğim üzerime geldiğin anlardan kaynaklanıyordu. sonra susturduğumuz çocukluklarımız, ya onlara ne demeli! ardımızdan ağlayan ekmek kırıntılarına ayırmadığımız dakikaların, sevdamızın tamda bu dönemecinde karşımıza çıkacağını kim bilebilirdi ki?

bu yüzden sende bende birbirimizi suçlamadık hiç. bazen, o da arada sırada, birbirimizle nasıl konuşacağımız konusunda, egzersizler yaptık. mesela ben senin o boklu dairene gelmeden önce, şairlerden sözler ezberledim durmadan. gereksiz çabalardı. zaten sen en çok edip'ten aktardığım; 'her yalnızlık biraz ihtilal' sözüne vurulmuştun. diğerlerine umursamaz bir ifadeyle 'teferruat!' demiştin. yine de şimdi bakınca hepsi gereksiz çabalardı.

ve o şarkılar, dinlemekten hiç hoşlanmadığımız, şeytanlaştığımız şarkılar. dün gece sahne aldılar yine. kötü adamlar, taş plaklarını tozlu koleksiyonlarından çıkartıp müzik kutularına, geçmişi hatırlamak adına son bir kez koymuş olmalılardı. o sırada bir sevdanın çıtkırıldım iki ruhunun, zorla tutunmaya çalışan iki kefaretsiz bedenin canına okuduklarından haberdarlar mıydı, hiç bilemiyorum. ve yine huzursuzluğumuzun en son raddeye ulaştığı dakikalarda kimseye kendi hikayemizden bahsetmemeye karar verdik, bu konuda birbirimize uzun uzadıya yeminler ettirdik. sen sustun sonra.

tarihteki hiçbir ayaklanmadan haberimiz olmadığı halde, içimizdeki ordular nasılda sistemli bir şekilde ayaklanmışlardı. ruhumuzdaki o karanlık dehlizlerde konuşlanmış bütün gerillalar nasıl da harekete geçmişlerdi. anlam veremiyorum açıkçası. her şeyi hiçe sayarak Meryem'in bakaretinden kuşkulanırdık bazen, öyle zamanlarda sana ben 'haydi sevişelim' yerine, 'haydi çelişelim' derdim. huzur bulduğumuz dakikalardı. mutlak bir dramatize etme hastalığımız vardı. erken teşhis koymuştu doktorlar. her olayı dramatize ediyorduk, bu bizi yavaş yavaş öldürüyordu. oysa, şu şarkılar çalmasa ne kadar güzel günler vardı önümüzde. ama başlamıştı. şarkıların ardı arkası kesilmedi o gece.

sonraları öğrendik ki yurdun her tarafı düşman işgalindeymiş. plaklar bizim sevdamızı kurtarmak adına konmuş müzik kutularına, oysa hesap edemedikleri, bizim o şarkılarda, geçmişin hatırlanmak istenmeyen, bembeyaz seramik görünümlü anılarına, böğüre böğüre kustuğumuz gerçeğiydi. o kusmuklardan hayaller çıkarmak o kadar imkansızdı ki, bedenimizi saracak her türlü düşman işgaline razıydı, hastalıkla tükenen bu ruhlarımız.

şarkılar çalmaya devam etti. kötü adamlardı onlar. sevmediğimiz, şeytanlaştığımız şarkılardı çaldıkları. sen uzun, kırmızı ojeli tırnaklarını sırtıma batırırken, ben bembeyaz seramik görünümlü yaşantıların üzerine kusmaya başlamıştım, Meryem'in bekaretinden emin olmadığım o dakikalarda, bu sevdayı yaşatmaya çalışmak, gereksiz çabalarımızdan bir diğeri olacaktı sadece. o yüzden susup, tırnaklarının sırtımdaki devinimini takip etmeye çalıştım..

artık düşman işgali altındaydık.

17 Mayıs 2010

siz bizansken biz osmanlıydık!

her ne kadar futbola mesafeli duran bir insan olsam da lise yıllarının vermiş olduğu dayanılmaz araştırma, öğrenme tutkusuyla bir dönem futbola merak salmıştım. o kadar ki, avrupanın sadece belli başlı takımlarının değil, neredeyse kıytırık denebilecek takımlarının kadrolarını ezberleme gayretine girmiştim. bir dönem, arkadaşımın derse getirerek tanışmama vesile olduğu goal dergisini hatim etmiştim. bununla da kalmıyor, bütün futbol mecmualarını okuyor, medya da futbolla ilgili hiçbir haberi kaçırmıyordum. daha sonra üniversite yıllarında futbola, bakış açım değişti. simon kuper'in futbol asla sadece futbol değildir kitabını okuduktan sonra daha da değişti.. artık futbolun sadece saha içinde kalmayıp türlü siyasi, politik, toplumsal amaçlarla kullanıldığını, bu sektörün dev bir endüstri olduğunu anlamıştım. hitler'in, franco'nun futbolu kitleleri uyuşturacak bir afyon olarak kullandığını öğrenmiştim. bu süreçten sonra biraz da önyargılı olarak futboldan uzaklaştım. futbolun içinde barındırdığı felsefi yönden ise hiç ayrılmadım. eric cantona'yı, johann cruyff'u, hatta son dönemde jose mourinho'yu takip etmeye çalıştım mümkün mertebe. hatta maradona hakkında yazılan bir iki kitap bile okudum.

tabi futboldan bu denli uzaklaşmadan önce karbondioksit kokulu sokaklarda, terlemedik değil bir topun ardından. biz karbondioksit kokulu sokaklarda koştururken, başka arkadaşlarım sosyal sigortalar kurumunun hiçte sosyal olmayan arka bahçesini seçmişlerdi futbol oynamak için. ne de olsa iki adet taş bir top ve bir kaç bücür yetiyordu bu iş için. 

günler,yıllara benzeyince lise sıralarından, bursaspor'un futbol maçlarını izlemek için uzaklaşıyordum sadece. okuldan kaçmanın psikolojik baskısını başka bir yerde atamayacağımı biliyordum. o yüzden yalnızca bursaspor maçına gidileceği zaman kaçıyordum okuldan. maça ilk gittiğimde o korkunç kalabalıktan ürktüğümü hatırlıyorum. hep bir ağızdan yapılan tezahüratlar, bir kitle hareketi, kontrolsüz bir güç beni korkutmuştu. daha sonraları bunun aidiyet duygusuyla ilgili olduğunu düşünecektim. o sırada sadece bu benim için hem muazzam hem de ürkütücüydü. 

bir, iki derken, maçlara gitmeye alışmıştık. artık tezahüratlara ayak uyduruyor, tempo tutuyorduk. maça gittiğim ilk senede bursaspor'un tarihinde küme düşeceği ilk sezon olacaktı. o sırada bundan habersizdik. 'enflasyon düşer, hükümet düşer, bursaspor babayı düşer' şeklinde yapılan tezahüratın içinde barındırdığı ironiyi anlayamamış olsamda bende ayak uyduruyordum bu ambiyansa. daha sonra sezon başına üç, dört maça gittim en fazla. o tutku içimde kaybolmamışsa da yavaş yavaş azalmıştı. bir spor takımını herşeyden daha çok sevemiyordum. bu benim kişisel bir durumumdu sanırım. hep olayın nasıl işlediğine, ardında barındırdığı nedenlere baktım hayatım boyunca, bu işlerlik meselesi beni çoğu şeyden uzaklaştırdığı gibi futboldan da uzaklaştırdı diye bir teori uydurdum sonrasında kafamdan. içimi rahatlattım bir anlamda. 

ne zaman bursa sokaklarında gezsem, 'anti istanbul', 'siz bizansken biz osmanlıydık' gibi sloganlara rastlıyordum yeşil-beyaz bir temada. hatta 'orospu çocuğu istanbul basın, ananızı siktik bunu da yazın' gibi bir slogan vardı. istanbul'a başkaldıran kaç anadolu takımı vardı ki? trabzonspor dışında. bu istanbul saltanatına duyulan kin, yıllar boyunca hem bursa da hem de bursaspor tribünlerinde her zaman hissedilmişti. onlara kafa tutacak kuvveti kendilerinde görebiliyorlardı. bunlar belki de bir devrimin ilk çığlıklarıydı.

ve bu devrim dün gece gerçekleşti. istanbul'un saltanatı ikinci kez, uzun bir aradan sonra yıkıldı. siz bizansken biz osmanlı'ydık diyen o ruh, dün gece büyük bir başarıya imza attı futbol adına. demekki, çok büyük transfer bütçelerine sahip takımlara karşı, mütevazı bütçelerle de şampiyon olunabiliyormuş. bunu kanıtladılar.

ikinci lide düştüğünnde stadı tamamen dolduran bursaspor taraftarı ve şampiyonluğu kaybedince stadı aleve veren fenerbahçe taraftarı arasında da ince bir nüans olsa gerek.

kentimde olamadığım için üzgünüm açıkçası.

karbondioksitli sokaklarında terlediğim o kentin, okul sıralarından bu kez kaçamadığım için üzgünüm.

13 Mayıs 2010

toplardamar

yeterince haberdar değilsen
çok sevdiğin bir insanın toplardamarından
kendi uçurumuna ramak kalmış demektir.
o saatten sonra kişinin canını
tarihten hangi devrim, hangi soykırım
yakar bilinmez..

isyan

en güzel isyan bu olsa gerek.
taksiden iner gibi, inmek bir sevdadan
'borcum ne kadar diyerek'

salaş bir meyhanede,
tanımadığın bir yabancıyla
aslını astarını bilmediğin bir konuda
uzun uzadıya sohbet etmek.

en güzel isyan bu olsa gerek.
hiç yaşanmadık bir mutluluğu
komik laflarla örtbas etmeye çalışmadan hiç
'bu boktan hayatın içine
gülücükler yerleştirirdim bazen' diyebilmek.

ne umut etmek körü körüne
ne de dolu dolu, içi boş bir sevinçle
bu süreli rüyayı piç etmek.

en güzel isyan bu olsa gerek;
hiç tanımadığın kentlerdeki kadınları bulup
hepsinden teker teker özür dilemek.

12 Mayıs 2010

gizemli bir kadının portresi

gmerdivenlerden çıkarken aklımda ne Portekiz'in diktacı yöneticisi Salazar, ne şanlı devrimin zafer çığlıkları, ne de tarih öncesinin ilkel yaşam alanı vardı.. bir an kusacak gibi oldum ama sonra topladım kendimi. o oradaydı işte. yürümeliydim.

önümde kobra dansı yapar gibi süzülen kalçalarının birine melbourne şehrini, diğerine hiç bilmediğim bir şehri yerleştirdim. ona uzun uzadıya hikayeler anlatmak istediğimi duyumsadım bir an. sonra 'şimdi sırası değil' diye düşündüm.

kapıyı açıp içeri girdiğimizde, eve uzun bir süredir kimsenin girmemiş olduğunu hemen anladım. pis kokan bir ev, rutubet ve somut bir 'yaşanmışlık' kokusu... çevik hareketlerle perdeleri çekip, hemen pencereleri açtı.

o sırada zihnim durmuş gibiydi. duvardaki tozlu bir tabloya bakarken buldum kendimi, tabloya ilişkin hiçbir şey düşünmeden. nesnelerin anlamlarını sorgulamaktan çok uzaktım. şimdi Roquentin olmanın sırası hiç değildi ayrıca.

duşunu almış, kahvesini elinde tutar bir vaziyette içeri girdi. pembe bornozu üzerindeydi, yavaş hareketlerle ve açıkçası birazda oyalanarak, karşıdaki tozlu koltuğa oturdu. bir bacağını diğerinin üzerine attığı esnada, bornozu sıyrılarak, diğer bacağını açıkta bıraktı. tanrı 'bir sanatçı olmalı' diye düşündüm.

'aslında' dedi, 'sen bile kendi hikayenden sorumlu tutulamazsın!'

konuşmaya bu şekilde başlaması hiç beklemediğim bir şeydi. uzun bir yolculuk boyunca hiç konuşmamış iki kişi için en kötü başlangıç cümlesi olsa gerek. ve şimdi ona sartre'dan, varoluşçu felsefeden, kiergegaard'dan bahsetmek işleri daha da zor duruma sokacaktı bana kalırsa. o yüzden;

'evet ama üç aşağı beş yukarı herkes kendi hikayesinden sorumludur. bilmediğimiz bir oyunun bilmediğimiz bir rolünü tam layıkiyle oynayamayız. kötü oyunculuklar olur bunlar' dedim.

suskunluk oldu. gülümsemesinde alay vardı. seçiliyordu.

'sen hep zeki bir çocuk oldun değil mi' dedi.

onun bu bir durumdan diğerine geçebilme yeteneğine, bunu yaparken 'alaycı konuşmasına' bayılıyordum. bu kesinlikle bir yetenekti. iyi yemek yapabilmek, iyi sevişmek gibi bir yetenek değildi bu. onlarda daha üstün bir yetenekti. sanki bir ressamın fırça darbelerine koşut, onunla eşdeğer bir hamleydi. bir sanat eserinin en ince ayrıntısıydı onun bu yeteneği.

'orospular neyi pazarlarlar biliyor musun?' dediğinde, cevap vermemi beklemediğini biliyordum. o yüzden sustum. 'zamanlarını, sadece zamanlarını' dedi. 'bu açıdan bakıldığında diğer mesleklerle arasında hiçbir fark yoktur dedi'

işte yine yapmıştı konuyu değiştirmişti. sadece onun istediklerinden konuşuyorduk, benim bir şey söylemem durumu değiştirmezdi. aksine onun karşısında çok daha fazla ezilirdim. 

sonra uzun bir süre, James Joyce'dan, Faulkner'den, İspanya'daki iç savaştan, 68 kuşağının dünya tarihinde açmış olduğu büyük bir yaradan, ateizmden, ateizmin barındırdığı bazı çelişkilerden, zaman zaman hararetli zaman zaman çok sakin bir ifadeyle, bahsetti. 

ben sadece susabildim onun karşısında. onun karşısında yapabildiğim en iyi şey buydu. bundan utanıyordum, ama onu dinlemek bana muazzam bir zevk ve huzur veriyordu. bunu anlamak ve anlamlandırmak çok zordu. 

ayağa kalkıp 'geç oldu' dediğinde, hayatımda daha önce hiçbir kadını bu denli seksi bulmadığımı düşündüm. dağınık saçlarındaki o ahenkle, yüz çizgilerindeki hem umursamaz, hem herşeye duyarlı hava nasıl bir arada bulunabiliyordu. 

tüm gücümle ayağa kalkıp, 'sana aşığım' dedim! bunun aşk olup olmadığından emin değildim, belki bir saplantıydı.

gözlerindeki karanlık, dehşet, hayal kırıklığı seçilebiliyordu artık. buna rağmen üzerime doğru kararlı adımlar attı. dudaklarını boynumda gezdirdiği anlarda, suratında hep o dehşet ve hayal kırıklığı ifadesi vardı. 

beni kendine çektiğinde, sırtımda uzun, ojeli tırnaklarını, sol kaburgamda 'bir ajan'ın bıçak darbesini' hissettim.

şimdi onu daha çok seviyordum. şu andan itibaren artık o benim için bir saplantı değil, tutkulu bir aşktı.

kalan dakikalar beni hızla ölümüme götürürken, dudaklarından akan kanlarımı tek elinin tersiyle silerek kulağıma doğru eğildi. 

'insan' dedi 'sevdiğini her daim öldürebilmeli' ve 'sen bunu hiç bir zaman yapamayacaktın' diye devam etti. o geri kalan kısmını anlatmaya devam ederken, ben dinlemekten vazgeçeli çok olmuştu. birini öldürecek kadar çok sevebilmek ne kadar çelişkili gelse de içinde mantıklı bir yönde barındırıyordu.   

'sen hep zeki bir çocuk oldun değil mi' dediğinde, cevap vermemi beklemediğini biliyordum. içimdeki tuhaf huzuru, ya da huzura benzer o garip duyguyu ona anlatmaya kalkmadım. İspanyol iç savaşını, nasyonal sosyalist iktidarları düşünmeden geldiğim bu evden, yine aynı şekilde ayrılıyordum. o bunu anlayamazdı. bu kişisel bir durumdu. aşk kişisel bir durumdu.

'orospular neyi pazarlamazlar' dedikten sonra devam etti, sesi öfkeliye çalan bir tınıyla çıktı dudaklarından; 'aşklarını pazarlamazlar!' 'bu açıdan bakıldığında diğer kadınlarla aralarında büyük bir fark vardır.'

beni öldüren kaburgamdaki bıçak değil, onun bu sözleriydi. insan her daim sevdiğini öldürebilmeliydi. dudağımda bir şarkıyla uyuyakalırken sonsuza dek, bu şarkının adını kendisi bile bilmiyordu.

şarkının adı 'barbara'ydı.'

07 Mayıs 2010

uzay boşluğu

uzayda yer kaplıyorsun ya hani
işte o yüzden seviyorum ben seni.
yoksa aşkın öyle simgesel, alengirli
anlamları yok benim zihnimde.

hani böyle kızınca yuvarlıyorsun ya gözlerini
evet işte, evet tam o yüzden seviyorum.
o kadar basmakalıp olma sevgilim,
belindeki gamzeni seviyorum mesela.

tam ihtiyacım olduğu anda,
bilmediğim bir cumhuriyetin bilmediğim bir şehrinden
bana sesli harfler satın almanı seviyorum mesela.
evet işte o yüzden. yoksa öyle simgesel,
alangirli anlamlar yok benim zihnimde.

ince ince yağan bir yağmurun altında
ıslanmayı hiç sevmiyorum mesela.
o yüzden dudaklarına sığınıyorum
her yağmur yağdığında,
evet evet
işte o yüzden aşkın tanımı her
saniye farklıdır. hiç gerek duymaz
alangirli laflara..

uzayda yer kaplıyorsun ya hani sen,
sadece bu yüzden seviyorum seni.

West Kinzey Hakkında 14 Bilinmeyen

west'nin ağzına sigara yakışırdı. çakmak ateşinde manhattan görülürdü. oralıydı.

asla kahkaha atmazdı, asla ağlamazdı da, bazen gülümserdi. hepsi o kadar.

modern hayatın getirilerine uzak dururdu. parayı çalardı, ilkel hayattan bahsederdi.

alkolle duş alır, dişlerini fırçalardı west.

west şemsiye kullanmazdı.

pahalı kol saati takan adamlarla sohbet etmezdi. bu konuda önyargılıydı. 'bir burjuva çocuğu bize bişey veremez' derdi.

west'i bazen kitap okurken görürlerdi.

west asla çocuk aldırmazdı. aslında west hiçbirşeye aldırmazdı.

hakkında pek birşey bilmezdi, hakkında hep konuşulurdu. buna gülümserdi.

west çirkindi. adamda çirkin karizması denen şeyden vardı. bu konulara hiç takılmazdı oysa.

7 kişiyi öldürdüğü söylenirdi.

kadınlar vaktini almasın diye, düzenli otuzbir çekerdi.

west orospu çocuğuydu. annesi manhattan'da fahişelik yapıyordu.

bazen ilginç bir bakış açısına ihtiyacı olurdu,
işte o zaman beni arardı west.

nedense hep kendi sesini duyardı...