11 Temmuz 2014

Kısa Roman

-kadın olan "o kadar da kötü bir ağız değil" dedi erkek olana. erkek olan kapıyı kapatmak üzereydi. ağzıma değişik aletleri, hiç de kibar olmayan bir tutumla sokup aralarında demet hanım'ın uygulamaları hakkında hoş olmayan şeyler konuştular. o sırada ben "ağız" denilen, bir an önce halledilip kurtulunması gereken bir iştim. ağzıma değişik aletleri sokan kadın, zor işleri başardığına emindi. bunu hem bileğinin güçlü hareketlerinden hem de erkek olana, ağzında sigarayla zor bir işi ustalıkla halleden insanlara nazire yaparcasına savurduğu cümlelerden anlıyordum.

-ve hiç tanımadığım demet hanım için üzülüyordum.

eksik kelimeli sözlük #1

mavi: en uzak tonu, batan bir akşam güneşinin yansırsa eğer kumral, ağzı burnu muntazam, güzel bir kadına aşık olmak kolaylaşır. aşkın, akşamüstleri ile mutlaka bir ilişkisi vardır zira. o kadın, uzaklaşırken bir sızı yayılır onun katalizörlüğünü yaptığı bütün mekanizmalara. bir terminal portresidir akşamüstü ya da olsa olsa bir denizkenarı maviliği, zorlama. bir eğlenceden çok, bahsi geçen durgun ve hareketli zamanların, o kadın yürürken yanından hızla geçen otomobilin, ancak ve ancak senin yoksulluğunu tamamlaması sair zihinlerde oluşan bir yanılsama değilse nedir?

çakmak: bazı gecelerin tesellisi uzaktan gelen meyhane şangırtısı, yazlık günlerinin vazgeçilmez öğesi ve işe yararlığı karşısında uyuyakalmayla ölçülen mini televizyon, beraber dondurma yalanan ve ölümün hiç hatırlanmadığı anlar ise de, bazı geceler yalnızca bir sigara yakımı ile eşdeğerdir. tarihöncesinin ve tarihi devirlerin modern insana devrettiği bütün o sorumluluğu bir yük gibi taşımaktan bunalınca zihin, alışılageldik bir noktada çakmak bulur el, ağızda duran sigarayı öper sonra da. 

kazancakis: bir sahil kasabasıdır o benim için. yaşamaktan yorulunca ona giderim, zorba'yı dinlerim. zorba, sizin devasa sandığınız dertlerinizi bir sözüyle unufak eden, ruhuna şarap içiren aksi bir ihtiyardır, söylemem gerekir ki çoğu zaman size rağmen bahtiyardır.

flu: öpüşmek ne kadar fransız ise bu kelime de o denli fransızcadır. belli belirsiz türkçenin tutarsızlığını ve fazlalığını yansıtır o yüzden. söylemek istediğini döndürüp dolaştıran doğu ile söylemek istediğini doğrudan ortaya koyan batının çarpışmasıdır bu kelime mevzusu en özelinde. kelimenin yapaylığından çok, onu cümle içinde kullanma gayreti değil zihin içinde kullanma gayreti belirgindir benim için. bazen, henüz olayı yaşamadan kafamda flu bir şekilde onu canlandırır, yaşadıktan sonra aynı flu olma durumuyla baş başa kalırım. beni üzen ise her şeyin bu denli flu olma telaşı içinde olduğunu bilir ve düşünürken yaşamakta olduğum nesnel gerçekliğin hızla flulaşması.

dimitry: cismani olmayan bir rus genci. on yedi yaşındadır, bir cinayet işlemeyi göze alabilecek kadar gözüpek, bir kadını gerçekten sevebilecek kadar saftır. eğer dimitry şu günlerde yaşasaydı, bir dostoyevski romanından rol çalardı.

hicran: memeleri ellerine sığmayan kadınlar memelerini saçlarıyla kapatır, uzun saçları karadır, kapkara. erotizmi batı icat etmişse, aşkı binbir gece masalları tanıtmıştır tüm dünyaya. bütün kutsiyeti o devasa memelere kolaylıkla yüklenebilir aşkın. aşkı bir bardak çaya, aşkı ruhsuz bir bankta saatlerce oturmaya eşitleyen tüm filmler bir kenara bırakılıp, bir kadını memelerinden sevmeye başlamak lazımdır, yahut boynundan.

07 Haziran 2014

Hayatın Muhkem Mevkileri #6

sesler eksiliyordu birden. adın bilmeceydi şimdi. oturmuş televizyonda dizi izliyordum. televizyonu kandırarak seni izliyordum. yalandan çay demliyordum. çıldıracaktım ama beni çok kişi seviyordu. kimse çıldırmama müsaade etmiyordu. adının yazılı olduğu tabelalar görüyordum şehirlerarası otobüs yolculuklarında. yaşıyor muyum, acaba o koltukta sahiden oturuyor muyum diye muavini çağırıp bazen bir kek, bazen bir tane daha su istiyordum.

sesler eksiliyordu birden. gecenin karanlığında bir orkestra giriyor ve ben aniden bir orhan gencebay oluyordum. yalandan pink floyd dinliyordum. bazen bir adamın gazetesini gözucuyla okuyor ve akşamki maçı soruyordum. yani seni soruyordum. arada bir porno film açıp seni soyuyordum. tabi bunu kimseye söylemiyordum. yüzüne ne çok yüzü benzetiyordum. yaşıyor muyum, acaba o caddede sahiden yürüyor muyum diye bir adamı aniden durdurup hiç gitmeyeceğim bir adres soruyordum.

sesler eksiliyordu birden. bir bankamatik kuyruğuna girip bol sıfırlı bakiyeme bakıyordum. yalandan illüzyon deniyordum. yine para yatmamış diyordum. bir kadının yanına oturuyordum teklifsiz. yani senin yanına oturuyordum. sonra pis bir sokak köpeği seviyordum. onu bana ne çok benzetiyordum. öğrencileri durdurup bir sigara istiyordum. yani seni istiyordum. yaşıyor muyum, acaba sahiden birileriyle muhabbet ediyor muyum diye mehmet'in yazıhanesine gidiyordum.

sesler eksiliyordu birden. nagazaki'den havalanıp amerika'yı bombalıyordum. yalandan tarihi çarpıtıyordum. titanik'i bir kaşık suda batırıyordum. yani seni batırıyordum. o dar sokakta bir çocuğun bana doğru yuvarlanan topuna vuruyordum. bir dilenciye allah versin diyordum. dilenciyi kandırarak sana dair bir dua ediyordum. yaşıyor muyum, acaba sahiden zamanı biliyor muyum diye birilerine saati soruyordum.

sesler eksiliyordu birden. başka bir gezegende oturmuş sigara içerken dünyada hayat var mı diye düşünüyordum. yalandan aforizma üfürüyordum. yani seni düşünüyordum. kimse bilmiyordu ama bir yangının külünü yeniden yakıp geçiyordum. bir kilise de dua ediyor bir camide istavroz çıkarıyordum. yani dini aşkıma alet ediyordum. din ve aşk işlerini ayıramıyordum. yani allahı bu işe karıştırıyordum. meryemi ve isa'yı incitiyordum. yani seni incitiyordum. yaşıyor muyum, acaba sahiden seni seviyor muyum diye saatlerce elimdeki aynaya bakıyordum.

sesler eksiliyordu birden. ben muavini çağırıp bir su daha istiyordum.

02 Haziran 2014

kent radyosu

kent radyosu eski bir şarkıyı popüler etme peşindeydi. saat öğleden sonra üçtü. kuşlar da uçuyordu, bir adam elektrik faturası da yatırıyordu, bir çocuk dondurma alırken kampanya da kovalıyordu. yani anlayacağın benim dışımda her şey mevsim normalleriydi. bir ben miydim bu kenti sevmeyen, bir ben miydim sahiden?

kent radyosu nihayet o şarkıyı popüler etmişti. şimdi herkesin dilinde aynı pis sözler, aynı bozuk gramerlerle oynaşıyordu. her şeyin değiştiği, değiştirildiği yerde ben duruyordum özgül ve yalnızca kendinden sorumlu bir taş gibi. bir kehaneti haklı çıkarmıştım doğarak. şimdi de neresinden bilmem ama bağlanmıştım hayata. ölemiyordum.

bir ben miydim o şarkıyı sevmeyen, bir ben miydim sahiden?

01 Haziran 2014

requiem for a dream

uzunca bir caddede yürüyoruz. rüzgar bir güzellik yaparak önümüzden bir çöp yığınını uçuruveriyor. şurda, mavi tentenin altında bir kedi zamanın döngüselliğini kanıtlıyor. bir kedi hegel'e öykünüyor. nazenin parmağını uzatarak bir binaya bana bir şey gösteriyorsun. işte o an, uzakdoğudan bir şarkı yükseliyor, bir yerde devrim oluyor. bir adam koluma çarptığından dönüp pardon senor diyor. kerameti bir devrim diyorsun, dudağın değil kırmızı rujun konuşuyor, ilahi dinler konuşuyor, biliyorum modern çağa bir peygamber iniyor.

uzunca cadde bitince ara bir sokağa giriyorsun, ağzın bir faciayı ana haber bülteni dublajıyla haber veriyor, git diyorsun ne olur, ürkütücü ana haber bülteni sesinle. deli saçması bütün bunlar diye bağırıyorum arkandan, ancak rüyalarda olur böyle şeyler.
uyanıp nefes nefese, bir bardak su içiyorum.

31 Mayıs 2014

Coğrafi Keşifler

gel güzelim tarihe bir de bu yönden bakalım. yani ellerinden, yani ihanetin başlangıç noktasından, yani yasak meyvenin tutulmasından... bir çay bahçesi buluşmasından, dizdize otutup muhallebi yemekten, dudakların ve dilin nasıl kullanılacağının bilinmediği o ilk öpüşmeden, sevilen kadın üşümesin diye çıkarılan ceketten değil de ellerinden bahsetmek istiyorum ben. marmara'nın ege'nin ve akdeniz'in muhtelif kentlerinde ellerinden bahsettim insanlara. ellerine methiyeler iliştirdim, mitolojik kahramanlara dönüştürdüm, herkese biraz üleştirdim. yani güzelim ellerin ortak payda, yani güzelim ellerin memleket havası, yani güzelim ellerin olmazsa seninkisi eksiltili güzellik, yani güzelim ellerin afrika'nın ümit burnu biraz. yani güzelim ben bir bartolomeu dias.

gel güzelim tarihe bir de bu yönden bakalım. yani adından, yani bilimin yeni paradigmasından, yani dünyanın kanayan yarasından... yani nerede yaşadığından, aslen nereli olduğundan, kimsenin nasıl davranılacağını kestiremediği o ilk karşılaşmadan, yani sevilen kadın sevinsin diye gidilen bir sinemadan değil de adından bahsetmek istiyorum ben.  adını söyle bin kez, ben bulmaca sorayım sen adını söyle, ben adres sorayım sen adını söyle, ben alo diyeyim sen adını söyle. kahvehanelerde adından  bahsettim insanlara. adına güzellemeler yakıştırdık, adına bir çocuğu alıştırdık, adına bir kavga karıştırdık. yani güzelim adın babilin asma bahçesi, yani güzelim adın mutlak bir monarşi, yani güzelim adın endüstriyel bir teori, yani güzelim adın olmasa seninkisi sahiden kıymetsiz bir anarşi, yani güzelim adın amerikanın yeniden keşfi, yani güzelim ben bir americo vespucci. 

gel güzelim tarihe bir de bu yönden bakalım. yani ruhundan, yani ipekli bir kumaştan, yani baştan aşağı yeni bir kozmostan... yani bir ruhsuz pezevengin incittiği parçandan, yani bir hatıranın yerini diğeriyle değiştirdiğin içindeki boşluktan, yani hiçbir şeyin cevabı olamayacağı o sorudan değil de ruhundan bahsetmek istiyorum ben. nerede bir kavga varsa orada ruhundan bahsettim insanlara. ruhuna mücevherler takıştırdık, ruhunu meleklerle yarıştırdık, biraz cenneti anıştırdık. yani güzelim ruhun rio'da bir karnaval, yani güzelim ruhun ortaçağın idam sehpası, yani güzelim ruhun bir barbar istilası, yani güzelim ruhun olmasa dünyayı dolaşırken yarım kalır maceram. yani güzelim ben bir ferdinand macellan.

ne olursun güzelim tarihe bir de bu yönden bakalım.

24 Mayıs 2014

Mithat İyi Çocuk

her şeye anlam yüklememek gerek. yürüyelim, vcd satan o dükkanı geçelim, sola dönelim, orda araba çarpsın sana, ben hiç görmemiş gibi yürüyeyim, olmaz mı? kafenin tekinde chopin çalıyor, memelerin geldi aklıma. chopin gitti. bu memleket böyle, kızma. meme dediysem küçücük, onun kızması olmaz hem. hem kafenin tekinde chopin çalmaz her zaman. denk geldi işte, aa mithat, sigara isteyeceğim mithat'tan. aldırma mithat iyi çocuk. dedesinin adıymış. hapı aldın mı sen, aklıma yeni geldi.

kar da yağar elbet. sabahattin ali diyor ya, bir otobüsten in, ötekine bin, az biraz düzlük, sonra yeşil tepeler, muavin su getirir, sonra inince her yer kar. yalan yalan. ben ne anlarım, bilmem o yazarları, onlar radyodan dinlemiş ikinci dünya savaşını. ben seni çok seviyorum ama, çok. kırık dişini de, sol dizindeki benini de. hatta ordan sevmeye başladım seni. bak bu yalan değil işte. sarhoşum kusura bakma, ama çok içmem ben. tabi, sarhoşlar hep böyle söyler. sarhoşum beni ciddiye al. beni laubalilikten kurtar ciddiyete al. yeri değil ama öp beni. 

bak o şehirde deniz de vardır. ama şairler denize işemez. onlar ilham alıyor, ben işedim bi kere, vedat da vardı. ben artık şair olamam. hem olmak da istemem, ne o öyle, bakışın, saçın, sikerler öyle aşkı demet! aşk değil o kelime, şurdan geçen otomobil, büfeden aldığın sigara, para üstü yok abi sakız vereyim mi, ani verilen karar, ya gözün maça takılırsa büfede? sevdiğin kadına haksızlık olmaz mı demet? her romanda deniz var, her romanda ankara, her romanda istanbul, her romanda bir burjuva salaklığı. ölmüş tüm bu adamlar ve ben kentleri sevmem.

bir şişe şarap içtim, tanrı beni cennetine de almaz şimdi, bir de o terketsin bizi. ama bir şişe şarap dünya ediyor beni, yörüngeye giriyorum, anlasana seni seviyorum, eksenim eğik. şairim işte ben de, parasızlıksa parasızlık, sigaraysa sigara, içmekse şarap demişim, küfürse sen orospusun demet! vedat da orospu çocuğu. mithat iyi çocuk. nara atayım olmazsa, teyze desin ne derdi var, amca sövsün ölmüş akrabalarıma, bıçkın çocuk bağırma desin, ağzınla iç türünden bir yığın zırva.. o zaman sever misin beni demet? sevmezsen orospusun. 

bak bu şehirde de deniz var. yalan mı, kötü şarkılar da çalıyor, barlardan mini etekli sarhoş kızlar da çıkıyor, beyaz bmw'li çocuk hava da atıyor, çocuklar burda da oynuyor demet. dilim dolaşıyor, çöz hadi. şu tekne varya sallanıyor, çekici şimdi, atlasak da yola çıksak, hadi şimdi, şimdi olursa olur, olmazsa yarın o sadece tekne. ne diye katlanır insan bunca şeye, klişeye düşeceğim, tut beni. her meridyen arası dört dakika, büyük olaylar başlatıyor tarihi çağları, kim bulursa onun adı veriliyor elementlere, fibonacci'nin tavşanları, newton ne sikim bir adam. sarhoşa ne kadar içtin diye sorulmaz demet, hatırlamaz. sarhoşa makul soru sormayın artık. hapını aldın mı sen, bak vallahi mithat iyi çocuk. yeri değil ama demet, öp beni. 

öpmezsen orospusun.


21 Mayıs 2014

Kırık Kalpler Oteli

bazen kim olduğumuzu soruyorlar bize. biz de anlatıyoruz.


kırık kalpler oteli diye bir yer arıyoruz. kötü dublajlı bir amerikan gençlik filmiyiz. muazzam six-packlere sahip olmak için bir eczane dolusu ilaç içen adamlarla sinsi dostluklar kuruyoruz. yalan değil prime-time'a denk düşen amerikan sinemasından çok şey öğreniyoruz. bu yüzden hepimiz biraz suçlu, biraz dedektifiz. bu yüzden hepimiz nick charles'a benziyoruz. neyse, eroin bulsak hemen içeriz ama onun yerine üçlü sarıyoruz. asım'ın 93 model şahinini altımızda üstü açık bir chevrolet'ye çeviriyoruz. zenci mahallesi bulamadığımızdan çingene mahallesinde racon kesiyoruz. modern bir trajedi yaşıyoruz ve arada yine asım'ın getirdiği porno filmleri elden ele dolaştırıyoruz. 

kırık kalpler oteli diye bir yer arıyoruz. kazara yanlış gezegenlere gönderilmiş peygamberleriz. bir kızı nasıl becerdiğimizi ballandıra ballandıra anlatmayı maharet sayıyoruz. mahallemizde manitacılıkta nam salan ender abiden çok şey öğreniyoruz. onun günahlarını hiç gocunmadan biz omuzluyoruz. kızmayın ama aslında hepimiz çizgi-film mağduruyuz. lütfen, tele-vole mağduruyuz. atatürk'ü çok seviyoruz ve yunanı hergün denize döküyoruz. birbirinden süratli cümleler kuruyoruz ve o cümleleri kallavi küfürlerle süslüyoruz. dualardan fatihayı biliyoruz, onu her duruma uyarlıyoruz, bir fatihayla cuma kılıyoruz, fatihayla ömür bitiriyoruz. kendimizi gizleyerek çağın vebasını kimse bilmeden karantinaya alıyoruz, sizin suçunuzu üstleniyoruz ve arada yine ender abinin hikayelerini kendi ağzından dinliyoruz. 

kırık kalpler oteli diye bir yer arıyoruz. bir marşandize binip bilmediği yerlere giden maceraperestleriz. dünyayı yakasından tutup silkelemeyi iyi beceriyoruz. dünyanın ağzını burnunu kırıyoruz, dünyaya bıçak çekiyoruz. yalan yok karanfil koklayan seri katilleriz. modifiye edilmemiş doğrudan gerçekliğiz. ağzında jilet taşıyan serkan'dan çok şey öğreniyoruz. onun ağzında taşıdığının biz izini taşıyoruz. haritadaki yerimizi bilmiyoruz, marakeşte bir arap, banliyöde kundakçı göçmen, meksikada kartel oluyoruz. kalabalık şehirlerde sahiden yok hükmündeyiz. aslında iltifata tabi olmayan marifet gibiyiz. lümpen kesime falçatalı kesik atıyoruz. işlemlerimizi noterde tasdikletmiyoruz, nerede bir polis görürsek ona kafa tutuyoruz ve arada yine serkan'ın ağzından jiletli şarkılar dinliyoruz.

kırık kalpler oteli diye bir yer arıyoruz. kusura bakmayın bu yüzden bir süreliğine, geçmişimizi filtreleyip sosyal paylaşım hesaplarında paylaşamıyoruz.

14 Mayıs 2014

bol ışıklı şehir

bir ezan sesiyle uyandık ikimiz de. sabahın beşinde bol ışıklı şehri seyrettik. biri çıksa da bir menkıbe falan anlatsa diye bekledik sanırım. orada öpmek istedim seni, ilk defa bir erkeği. biliyorum sen de öperdin beni. ama öpmedik. sabahın beşinde bol ışıklı şehri seyrettik. babalarımız kötüydü, sorun buydu. yirmi bir yaşında yorulmuş neferlerdik. eski bir hikayeydi bu, bilirsin sen de hayata erken yaşta yenik düşenler, her sanat dalının en sevdiği konudur. sahi, biz kaç seans gösteriliyorduk o meydandaki sinemada yahut hangi kitabın kaçıncı sayfasındaydık?

yarın bir arkadaşımızın kardeşi evlenecekti. hiçbir şey yokmuş gibi bağırarak oynayacaktık, yarın tüm ölüler bir araya gelip eğlecekti. yaşayanlar altına doyacaktı. caney caney işte meydan ey. ikimiz en neşeli olacaktık. rakı içecektik erkek gibi. erkek gibi vurgulu, erkek gibi ağır. o sıralar sen bir kadını seviyordun, kadın seni sevmiyordu. kimse sana kadının seni sevmediğini söyleyemiyordu. kadını camlardan izliyordun, canım modası geçmiş bir yeşilçam filmiydin. ama kimse sana söylemiyordu. bir ara rıhtımda ben söyleyecek oldum, bağıracaktım sana, kızacaktım, kadını yerden yere vuracaktım. öyle güzel bakıyordun ki, demirlemiş bir gemiye, yapamadım.

bizim oraları bilmezsin sen demiştin bir keresinde yine rıhtımda. ne çok giderdik oraya. incirlerden, şahika adlı komşunuzdan, çingenelerin sizin balkondan çaldığı koltuktan, gidilecek adamakıllı yalnızca bir çay bahçesi olduğudan, on yedi yaşındayken mektebe gittiğinden bahsetmiştin. rıhtımın herşeyi hüzünlü bir hale büründürme büyüsü vardı, senin mektep anın bile hüzüne bürünmüştü orada. sen, kadının sana söylediği ahlaksız sözü anlatırken dahi hüzünlenmiştik ikimiz de. pek ala neşeli bir anıydı oysa. bal damlasa ağzımızdan sirkeye dönüşüyordu rıhtımda.

rakı içiyorduk ama şarap en sahici sıvıydı bizim için. ucuzdu, mezesi yoktu, neşesi yoktu. şarap kardeşliği diye bir şey vardı hem. şarap içenler birbirlerine er ya da geç şarap ya da sigara verirdi. nadir abiyi nasıl tanırdık yoksa, o gece yanımıza gelip sarhoş türkçesiyle 'bir bardak da bana var mı dostlar' diyemeyişi olmasa. plastik bardağa hemen doldurmuştuk istihkakını. o da hemen sigarasını uzatmıştı. samsun. nadir abi de şarap kardeşliğindeki tüm üyeler gibi neresinden tutsan elinde kalacak bir hikaye ile oturmuştu aramıza. kocaman sakalının ardında tabiki bir kadın saklıydı. o gece anlattı durdu. çok sevince taa malatya'dan kalkıp gelmiş, kadının burda olduğundan bile emin değilmiş, birisi öyle söylemiş falan filan. ne yalan söyleyeyim nadir abi'nin tek derdi şarapmış gibi gelmişti bana, bu adamlar kadını meze yapardı çünkü şarabına, oysa ben sana en başında da söylemiştim, şarap mezesiz bir içkiydi.

o kadın hiç sevmemişti seni. bir zaman sonra sende unutmuştun zaten onu. içkinden anlaşılıyordu. tahmin edildiği gibi o düğünde en çok biz oynamıştık. ölü çifte en ucuzundan bir altın da biz takmıştık. nadir abi delikanlı adamdı, bir kaç defa daha gelmişti şarap istemeye, sonra utancından başkalarına dadanmışdı. bizi en çok o şehirde üzmüşlerdi, bizi en çok o şehirde öldürmüşlerdi. sahi hiç sormadım, sen o kadını niye sevdindi?

neyse canım, o sabah uyandık bir ezan sesiyle ikimiz de. sabahın beşinde bol ışılı şehri seyrettik. biri çıksa da bir fıkra anlatsın diye bekledik sanırım. orada öpmek istedim seni, ilk defa bir erkeği. biliyorum sen de öperdin beni. ama öpmedik. sabahın beşinde bol ışıklı şehri seyrettik.

fakat söylemem gereken bir şey var, rıhtım olduğu gibi yerli yerinde kalmıştı, bu tür hikayelerde çoğunlukla olduğu gibi belediye tarafından zalimce yıkılmamıştı.

05 Nisan 2014

Hayatın Muhkem Mevkileri #5

sonra işte ağzından dökülüyor ucu kırık sözcükler, ucu yanmış birkaç anı. ağzından ta içine sarkan bir sarkaç var. o sarkacın bir tarafına başkasının bahçesinden erik çalan çocukluğunu, bir tarafına dilinin damağına her vuruşunda çıkarttığı o ıslak sese benzer kadınlığını koymuşsun. bir ağırlık merkezi oluşmadığından o içindeki sarkaçta bir çocukluğunu dinliyorum ağzından, bir kadınlığını. bir cümlen noktalı virgüllü dökülüyor ortalık yere, öteki hemen ardından bodoslama dökülüyor hepsinin üzerine. 

sonra işte tanıdık bir şeylerden söz ediyorsun. şeylerden söz ediyorsun. uçup giderken sözcüklerin sigaranın dumanıyla, sen o dumanı ustaca üflüyorsun yetmiyor bir de göz kırpıyor, selam çakıyorsun. sonra anlatmanın yetersizliği beliriyor birden, oğuz abinin de dediği gibi bazı kelimeler anlama gelmiyor. elin bir ayrıntıya sarılıyor hemen, ya çay kaşığını değdiriyorsun dudaklarına, ya saçını periyodik düzeltiyorsun. yenilmenin edebiyatını kurguluyorsun bir süre. bir süre çakmak arıyorsun. bir süre kötülükleri kovuyorsun aklından. bir süre bir resmi düşünüyorsun. bir süre beylik laflar ediyorsun. bir süre bir güzelleme ötürüyorsun ötekileşmeye. bir süre zamanı okşuyorsun en ince yerlerinden. sonra bir konuşmanın bir yerinde cümlelerini, saros körfezindeki bir anıma dokunduruyorsun bilmeden. bilincin tesadüfü diyorsun buna, aynı düşüncenin farklı kafalarda karşılaşması aynı anda. sonra herşeye bir isim veriyorsun ve bir kahve istiyorsun. 

sonra işte yerin yurdun dünyanın yedi kıtası. afrikada kalın dudaklı, kuzeyde soğuk, doğuda kısık bakışlı, batıda bir jeanne d'arc oluyorsun. bir çocuk besliyorsun, bir adamla sevişiyorsun, en çok o kadınla dertleşiyorsun, filmi orta yerinde durdurup bir çay demliyorsun. sarih bir laboratuvardan bahsediyorsun, bazı bazı orada bir şeyler damıtıyorsun. yorma beni yorma diyorsun çok sonra, ağzının tam orta yeriyle beni bozuk gramerimden öpüyorsun.

sonra işte birden çıkagelince sen, ben defterimi kapatıyorum.

06 Mart 2014

Gecenin Amentüsü

siz geceleri gelen ürpertiyi bilir misiniz. bir çıngar çıkar da, uğultulu bir tepede en korktuğunuz, en aşağılık hale düştüğünüz o durumda avaz avaz bir türkü çığırırsınız ürpermediğinizi belli etmek adına. bariz bir korkuya dönüşmeden önce uyumak gelir aklınıza, uyumak duvara dönük. gecenin amentüsü budur işte.

sonra o tasvirleri bir kenara bırakırsınız, üzerinde kargacık burgacık harfleri olan, soluk ışıkta sırf kafanız meşgul olsun diye okumaya devam ettiğiniz o kitapla birlikte. ama bilirsiniz ki her semtin bir yakışıklısı, bir güzeli, bir de delisi vardır. bilinç her birini aynı potada eritme kapasitesine sahiptir. fakat, ya o bilinç kirlenmişse, ya o bilinç artık berrak değilse, ya o bilinç artık yalnızca bir linç çığlıysa. gecenin amentüsü budur işte. 

bir meydan savaşında savaşın anlamsızlığını düşünen bir askerin kılıç darbesi almasını kim engelleyebilir. bu bir soru cümlesi değildir. gece, soru cümlesi gibi görünüp aslında olmayan, sonuna o göze hep çirkin gelen soru işaretini almaya müsait olmayan cümlelerle doludur. yine de çıkıp gecenin bir ibadet biçimi olmadığını söyleyebilir birileri size. doğrudur, gece bir ibadet biçimi değildir. gece olsa olsa, tasvirkıran bir dinsiz eğlencesidir. gecenin amentüsü budur işte. 

bilirsiniz ki her semtin bir yakışıklısı, bir güzeli, bir de delisi vardır. bilinç her birini aynı potada eritme kapasitesine sahiptir. fakat ya o yakışıklı, suratına faça üstüne faça atıyorsa, ya o güzel güzelliğinin esareti altında bir geceye daha kaybolarak veda ediyorsa, ya o deli bir yerlerden onlara gülüyorsa. ya bir yerlerde bir adam, haritada bile bulunamayacak bir yerde bir adam onları aynı potada eritiyorsa ve ya o adam bahsi geçen deliyse. bu da bir soru cümlesi değildir. ne olduğunu sormayın. gece, asla konuşulamayacak şeylerin ardışıklığıdır. gecenin amentüsü budur işte.

siz geceleri gelen ürpertiyi bilir misiniz. mahallenizin gulyabanisi olsa amenna, başka bir semtin gulyabanisi elinde kesilmiş bir adam kafasıyla suratınıza kaygısız gülümsüyorsa ve ya o kafa sizin kafanızsa, en aşağılık duruma düştüğünüz o durumda bir bardak su içmeye kalkıyorsanız ürpermediğinizi belli etmek adına, bariz bir korkuya dönüşmeden önce uyumak gelir aklınıza, uyumak ölüme dönük. 

asıl ürperti aynaya bakınca kendi suratınızı görmektir aslında. uzun süren geceler boyunca bakarsanız elinizdeki aynaya durmaksızın, semtinizin yakışıklısını, güzelini ve delisini, bir çırpıda görürsünüz. ayna çarpması da denir buna. gece, bizim gibi adamlara düzenlenmiş hain bir suikast girişimidir kısaca. gecenin amentüsü budur işte. 

uyumak gelir aklınıza, uyumak geceye dönük.