31 Mart 2010

o andan sonra

hala inanıyor musun
Cemal Süreya'nın sevdaları kurtaracağına?
hala o kadar,
ütopik misin orgazmlarında?

biz kendi başımıza da güzeldik
adet sancılarının acısıyla,
içtiğin o sigaranın dumanında,
hala ben varken,
ben bile güzeldim..
o andan sonra, yarı kadındım artık.

ve ben kendi bokumla bile
savaş halindeyken,
sen egolarınla evleniyorsun.
allah bir yastıkta kocatsın..

hala saklambaç oynuyor musun
sıfırın altındaki yalnızlıklarında?

sen beni terkederken,
acımasız düşen bir yıldırım gibi
paratonersiz karanlıklara,
yine de güzeldim ben, yine de güzeldim.
o andan sonra, yarı kadındım artık.

hala inanıyor musun
Edip Cansever'in sevdaları kurtaracağına?
ve hala inanıyor musun,
vefa'nın sadece İstanbul'da bir semt olduğuna?

29 Mart 2010

okumaya değmez hikaye

tamam anlatalım, bizimde bir hikayemiz var;

zamanın birinde ben, yıldızları toplar kumbarama atardım. gülümsemeyi mesela ilkokulda öğrenmiştim. kuantum fiziğini öğrenmeye çalıştım. mutsuzluk başladı.

ellerimizde eski istanbul resimleri varken bile, biz becerirdik saksılar düşürmeyi tozlu anıların üzerine. zamanın birinde ben çok 'iyi' bir çocuktum.

küçük emrah'ı sevmedik hiç. ama buna rağmen bizimde kumdan kalelerimiz olmadı. olsaydı eğer onların üzerine basacak ayak hep hazırdı..

tarihe geçmeye hiç hazır hissetmedim kendimi. dahası karşıdan karşıya geçerken bile tedirgindim. organize sevmedim mesela kimseyi. acele sevdim.

kimseye dair kehanetlerim olmadı. boşluğumda, sigara yaktım, rüzgar söndürdü. rüzgarda hiç kibrit yakamadım örneğin. inşaat boşluklarında sigara yaktım, boşluğumu çektim içime, üflemedim.

senaryomuzu yazanlarla hiç tanışamadık. tanısaydık onları, en azından belki küfür edip rahatlardık. absürd kayboluşlarım vardı benim, ayrıca keşfedildiğimde mantık dahilinde değildim.

ve memelerinden kadınların, çocukluğumu içtim. çocukluğumuz iç açılarının toplamından taşmasa, belki biz çok sıradan insanlara, dakikalar armağan edecektik varlığımızla.

evet evet, ben ne zaman hikayemi anlatsam; 'aynı benimki' dediler. hikayeler aynıdır zaten, anlatmada ustalık. anlamadılar. o yüzden herkesi dinleyip, en son ben anlattım hikayemi; 'aynı benimki' diyip, çayımı yudumladım..

her sınavda kopya çektim zihnimden. cevapları verdiler, ben soruları hatırladım. tabiri caizse, tabiri caizdim. ve birden tanrı 'let newton be' dedi. zihnim aktı, durdurmadım.

çoğu zaman sıkıldım erkeklik-kadınlık kavramlarından, cinsiyetsiz sevişmek istedim köhne galaksimde. anksiyetemde boğuldum her sohbetimde..

kendi denizimde boğulurken, benim için kulaçlar atanları hiç siklemedim. kahramanlık peşinde koşanları umursamadım. ezberimde yoktu mesela izdüşümler.

baktım ki yalanlarımla seviliyorum, doğrularıma tuzak kurdum.  o yüzden nerde bembeyaz mermerler gördüysem, durdum üzerine sıçtım.

dedim ki; böyle daha sanatsal oldu..

tamam anlatalım, bizimde bir hikayemiz var; anlattık anlattık siklemediniz.

'böyle daha sanatsal oldu'

24 Mart 2010

olur mu?

sevgilim;
beni hatırladığında,
hafızanın arka fonunda
hep bir melodi olsun olur mu?
öyle kuru kuruya,
yüzümü anımsamanı hiç istemem.

ve beni hep güzel hatırla.
kimseye benzetme..
kendime özgü kalayım olur mu?

ruhumdaki o yarayı hiç hatırlama
olur mu?
o benim meselem,
ayrıca halledilebilir bir mesele değil.

beni hep doğa olaylarına benzet mesela
rüzgara benzet sana gelişlerimi
mesela yağmur olabilir gözyaşlarım.
ne dersin?

sevgilim;
beni hep aynı yerde hatırla.
olur mu?

23 Mart 2010

sevmek

birine fahişe derken dikkat edin;

kendinden vazgeçercesine birilerini sevmek
mesleki fahişelikten,
daha teferruatlı, daha ağır bir fahişeliktir.

22 Mart 2010

şarapçı ve sen

sana söyleyeceğim bişey var
seni aldattım,
regl kanlarıyla gecenin kuytu yalnızlığında.
seni aldattım evet ama
yalnızca kitaplarımın küflü kokularında.
süregelen zaman zarflarında
senin adın yazılıyken..
şimdi tırnaklarım uzun,
sakallarım pisken bile
al yuvarlarım birleşip,
adını yazıyor damarlarımda.

evet ben seni aldattım.
dün gece yanıma yanaşan şarapçıyla.
dedi ki;
ben şarapçıyım..
beyaz sakalları marks'ın taklidiydi.
dedi ki; bir şarap parası..
vallahi de billahi de yok dedim.
eyvallah dedi, sendeledi, kafası iyiydi,
eyvallah dedi bu sözün yeter bana.
sonra sendeleyerek uzaklaştı yanımdan.
onun kadar mert, dirayetli, yalnız..

şimdi pişmanlıktan ölüyorum,
son paramı vermediğim için o şarapçıya.

ben seni aldattım evet.
gecenin kuytu karanlığında.
ruhumdaki pamuk prensesin,
 regl kanlarıyla.

şimdi soruyorum;
hangimiz pamuk, hangimiz prenses?
o şarapçının cömert yalnızlığında.

13 Mart 2010

fotoşop

çünkü herkesin fotoşop'lu bir resmi vardır. arkaplanı karartılmış, hafif gölgelendirilmiş yalnızlıkları da vardır. mesele bunları dillendirebilmekte. herkesin fotoşoplayıp, uzun uzun seyrettiği sevdaları da vardır. arabesk söylemleri de.

ağlamak, hangi coğrafya da kültür oldu. varsa bilen duyan beni 'nadir sevinçler' kıraathanesi'nde bulsun.

çünkü herkesin terkedip gidebilme ihtimali de vardır. saklambaçlarda kaybolan sevgililer de. izdüşümü olabilir herkesin, yok olup giden zaman zarflarında. herkes kazık atıp gitme hakkını saklı tutabilir. ve bu kazıkların cezasız kalma ihtimali de vardır. cennet ve cehennemin palavra olma ihtimali her zaman vardır.

pişmanlık hangi coğrafyada kültür oldu?

ölme ihtimali vardır herkesin yarın. her boktan, kıçıkırık sevda, depresyona neden olabilir. muazzam, şiirsel yalnızlıklar yaşama ihtimalimiz vardır. edebiyatın, küflü satırlarında her zaman yer bulma ihtimalimiz vardır.

kibir hangi coğrafyada kültür olmuş birtanem?

artık kadınları fotoşoplamak, olmasın. sümüklü yalnızlıklarını sevelim. dağınık saçlarındaki o boktan ahengi, koyu karanlık regl kanlarını, ruhlarındaki o fahişe yanı sevelim. çekip çıkaralım, istanbul'u hayatımızdan. hiçbirimizin düşlerinde istanbul olmasın. kayıp gezegenlerimizde, sümüklü kadınlarımızla sevişelim olur mu?

ve sen, kumsallara kum pazarlama gayretindesin. kumsallara kum satamazsın. şeytanlık hangi coğrafyada kültür olmuş anlatır mısın?

çünkü herkesin fotoşop'lu bir resmi vardır. aşkları pazarlama yöntemlerinin bilinmesi her zaman ihtimal dahilindedir. herkes kazık atıp gitme hakkını saklı tutabilir. ve evet cezaların, farkedilmeden ödenmesi ihtimali de vardır.

orospuluk hangi coğrafyada kültür olmuş sevgilim?

olsa olsa ahlaki bir meslek olabilir.  fakat senin o fotoşoplu hallerinle onlara orospu diyecek kadar, ahlaksız olma ihtimalin her zaman vardır...

12 Mart 2010

yitirdiklerimiz

sokak çocuklarından hiç bahsetmiyorsun bana. evlerin, otomobillerin güzelliği seni cezbeden. sökük çoraplarımızdan bahsetmiyorsun. duman dolu ciğerlerimizden bahsetmiyorsun. sigaradan vazgeç, bak çayırlar ne güzel diyorsun. sevgilim, yangında yanan çocuklardan konuşmuyorsun. çingenelerden bahsetmiyorsun bana. renkli camekanlar ve makyaj malzemeleri seni cezbeden. fahişelerimizden hiç bahsetmiyorsun. alkolün gezindiği damarlarımdan bahsetmiyorsun. yokluğundan vazgeç, bak varolmak ne müthiş diyorsun..

ve mephisto'ya ruhumuzu satmamızdan bahsetmiyorsun. gözlerimin kaşlarımın güzelliği seni cezbeden. korkunç geçmişimden, yitik ruhumdan, kendimden bile gitmek isteğimden, yediğim kazıklardan konuşmuyorsun asla.. diyorsun ki; ne güzel ceketin, ayakkabıların. ruhumun donduğunu, ayaklarının çıplak olduğunu bilmiyor musun? ve gitmek isteğinden bahsediyorsun bana.. gidiyorsun.git güzelim.. gitmenin, yok olmanın güzelliği beni cezbeden.


*yitik anılara ithaf olunmuştur.

11 Mart 2010

beatnic

her gerçekte bir yanlış payı bırakmalı. mesela her otoban kenarında şevişenler olmalı... ve her istasyonda istisnasız durulmalı. nereye gitsek, kendimizden gitmek istiyoruz ya sonunda, o halde hepimizin içinde bir beatnik bulunmalı...

09 Mart 2010

istanbul'da bir daire

bi semt vardı istanbulda, sen bilmezsin.
arada bir çağırıp sevişirdin benimle.
ikimizinde kendi çocuklukları olurdu.
'çocukluğun tamamlanmadan her istasyonda in'
derdin bana.

ve spermleri, gözyaşlarına benzetişin.
ve pis, dağınık dairen.
yerdeki iç çamaşırların...

o zamanlar;
ikimizin de cesur olduğu zamanlardı.

dudaklarında biriktirdiğin, fırtınalı aşklarını
dudaklarıma dayardın, haberin olmazdı.
ikimizinde kendi cümleleri olurdu.
henüz ikimizde tozlanmamıştık..

ve gözyaşlarını, spermlere benzetişin.
ve tertemiz, düzenli saçların.
yerdeki kayıp tutkuların...

o zamanlar;
ikimizin de orospu olduğu zamanlardı.

o zamanlar;

'her fotoğrafta tozlanmış bir gülüş olurdu
ve kullanılmış her kondom
terkedilen bir adama benzerdi'

o zamanlar;

istanbul çok merhametli bir,
orospu çocuğuydu...

08 Mart 2010

defter

defterim kendini kanatıyor yine bu akşam.yine kimseyi kırmamak, incitmemek için sadece kendini incitiyor. acı çekmenin hazzını yaşıyor yani. belki de 'acı çekmenin' estetik taraflarını arıyor, onu kendine ahlak ediniyor.

bense şimdi yine defterimin akan koyu kanları arasında parmaklarımı gezdiriyorum. dindirmeye çalışmıyorum hiçbir şeyi, ona ne iyiliğim ne de kötülüğüm dokunsun istiyorum. susuyorum sadece ona, o da bana susuyor. susuyoruz birlikte. sanki konuşmanın icad edilmesini büyük bir sabırla bekler gibi bir halimiz var.

gözlerime nasıl da bakıyor. söyleyemediklerimi, anlatmaya çalışıpta bu kendisinin de açıklayamadığı karmaşıklıkta anlatamadığı şeylerin hepsini anlıyorum oysa ben. içinde saklı tuttuğunu sanıyor o. ancak gözler dile rakip anlatım sanatında.

defterim kişiliğini unutuyor. kah su yollarında su, kah serin bir ağaç gölgesi, kah bir kadın yüzü, kah konsomatrisim oluyor. üzülmüyorum onun bu haline zerre kadar. acıma doğmuyor içimde. belki de çiziklerle dolu ellerimin, kırışık alnımın, nasırlı ayaklarımın acısını ondan çıkartıyorum.  kah masmavi denizler oluyor defterim, kah koyu karanlık gökyüzü..

defterim kanıyor. gözlerinden gözyaşı değilde bir nehir akıyor sanki. kanlı bir nehir, kıpkırmızı bir nehir. tükenmiyor kanı nedense. ve defterimin elleri buruşuk. asırların yorgunu sanki. onu aldığım heveslerle birlikte girmişti 'hüzün' evime. ilk harfleri karaladığımda üstüne, acı nidaları yükselmişti derinden...

ölüyor. hergün bir sayfasını daha öldürüyorum onun. kolunu bacağını kırıyor, öldüresiye dövüyorum. çok kötü davranıyorum defterime. oysa onu sevdiğimi söylersem 'piskopat' sıfatı bana çok yakışacak biliyorum..

kenara büzülüp ağladıkça o, ben hissizleşiyorum. gözyaşlarının hiçbir coğrafya da yalan olmadığını olamayacağını, aynı zamanda aynı gözyaşlarının hiçbir coğrafyada işe yaramadığını acı bir tecrübeyle öğrenmesi gerekiyor oysa.

yaşadığı için mutlu olamıyor defterim, olamaz. hergün onu öldürdüğüm için bana minnet duyamaz...

07 Mart 2010

kozmik bilinç

Kozmik bir bilince bir nakkaş gibi işlemiştim bıyıkaltı gülüşleri. O, son dokuyu da elime almış, usta, işinin ehli bir kalemtıraş gibi sivrilttikçe sivriltmiştim yepyeni kalemlerin uçlarını. Sivilce iltihabı yaşamları iki tırnağımın arasına kıstırmaya çalışsam da, tek parmağımın eksik, tek tarafımın hüzünlü olduğunu unuttuğumdan, çabalarım beyhude kalmıştı.

Kimsesiz çocuk bakışlı, oyuncak masumluğunda bir surata sahip olduğumdan zorlanmıştım insanları, insani gerçekleri bildiğime inandırmaya. Cümleleri kağıda siyah çizgilerle aktarsam da düşüncemdeki kırmızılık aleni. Lider olma kaygısının, eller kimin elleri üzerinde birleşsin sorgusunun, yarınım var mı korkusunun, bir çocuğun tahayyülündeki salçalı ekmek olgusunun en az bir kilometre uzağındaydım bu kırmızılık nedeniyle.

Sarhoş kelimeleri döve döve evin kapısından içeri sokmak sandığınız kadar kolay değil. O, evinizin en hülyalı köşesinde sakladığınız hazine dolu sandığınız kadar dolgun değil ceplerim. Baba sandığım erkeklik organları da 'sen olmasan da olur' diyen bir kırılmışlığın en berrak, en bariz ikonları. Hep yeni, yepyeni umutları da artık balkonumda beslemiyorum. Ürkek kuşlar aldı onların yerlerini. Telefon tellerindeki naturel bir kuş size sevimli gelir de, bilinç akışı bir yazı neden canınızı sıkar, neden yarıda bırakırsınız anlamıyorum.

Soru işaretlerini çoğaltsam cevaplarla üzerime koşar, ünlemleri çoğaltsam sakinleştirici hapları masamın üzerine bırakır, üç noktaları çoğaltsam; ‘düşünen adam modeli yapma lan bize’ geyiğini kafama boca eder, noktaları çoğaltsam kolay okur ama zoraki kaygımı anlar, virgülleri çoğaltsam ‘ehh amma uzun cümle be’ dersiniz...

Aslında dikkat ederseniz hep ‘siz’ diye konuşuyorum. Siz kim olmadığınızı gayet iyi bilirsiniz. Tek bilmediğiniz şey aslında ‘kim’ olduğunuzdur. Size kim olduğunuz sorulsa isminizi süsler, dolgun bir ses eşliğinde, hararetle sıkmak için diğer eli, bir el uzatırsınız ileri. Oysa bana samimi bir şekilde kim olduğum sorulsa; yalnızlığımı gözler önüne sererim. gri olduğumu söylerim. Pek bir edebi bulunur belki de.. Oysa bu sadece hayat denen komedinin tasviri, herkesten farklı, elastik ama aynı oranda kırılgan bir adamın duygu tezahürüdür.

Belki de bahsettiğimiz; nesli tükenmekte olan bir insan türüdür.

06 Mart 2010

kafkaesk korkular

Girmişti birileri aklıma. Tek başıma, başıma buyruk yaşayamazdım. Tanrının bana verdiği o uzun süreyi değerlendirmeli, verilen süre içinde elimden gelenin en iyisini yapmalıydım. Hiçbir seçimi bana bırakmamış yaşamak isteyip istemediğimi bile sormamıştınız. Yaratılmış olmak bile bir seçim değildi. Duvardaki panoya hep kuralları asmıştınız, bizimde her gün önünden geçerken gözümüze takılan bu kurallar, sonunda düşünce dünyamızı kelepçelemişti. Banyodaki paranoya dolu buhran hallerimin sebepleri, bu kızıllık hep sizin eserinizdi. Uyum sağlayamazsam eğer bir bukalemun gibi bu absürd dünyanıza ya yeni bir dünya yaratıp şizofrenik semptomlar ortaya koyacaktım ya da dışlanmamak için, aranızda yaşayabilmek için boşluklar dolduracaktım, dışlayacaktım. Ya da kendimi yine çok fazla suçlu hissedersem cezamı yine kendim sipariş edecektim ağır çalışan zihnimden. Bilinç akışı korkular, yapayalnız yarınlar, karanlık, boş, soğuk odalar... Naçar mantığımın, yaşamak kisvesi altında dayatılan korkuların gönüllüsü benim. İçime bir kurt düştü, kemirdi yaşamsal dokuları, şimdi onu beslemek için hergün yeni korkular ediniyorum... Çık git içimden! Görüyorsun işte zavallıyım... Korkularım bile özgün değil, hepsi ikinci el...

Yoksa kırmak incitmek istemem kimseyi. Yazsam sayfa üzülür, kalem zalim olur ellerimde. Oysa incitmek istemem kimseyi. Tanrım neden varlığımın farkına varmamı sağladın. Bir kırkayak gibi yaşıyordum işte yemyeşil dünyamda. yaşam diye bir şey yoktur, ölümün biyolojik olarak aktif sahasına insanlar yaşam derler, bu cümle benim hayatımın belki de düsturunu oluşturur. Unutmak lazım insan gibi olmak için tüm bu çelişkileri. Beni yargılarlar diye tanıdıklarım teğet geçip yargı süreçlerini ben kendimi hemen kapatıyorum kasvet dolu kodeslere. Yastığımın altında Kafkaesk korkular biriktiriyor, elimin altında hep bir kağıt kalem sinerjisi bulunduruyorum. Çok teatral düşünceler, tarihe yön verecek cümleler yaratamıyorum belki ama kafa karışıklığını çoğaltıp, bir günce bırakabiliyorum ardımdakilere. Süslü püslü yazılar yazmak ta değil amacım. Ruh hallerimin tasvirini okuyorsunuz her seferinde pek fark etmeseniz de. Ruh halin ne diye sorarsınız şimdi. Yazıdan çıkarmak yerine bu anlamı. Hani odanın içinde bir şeyinizi kaybeder de bir türlü bulamaz, bulamazsınız. Bulamadıkça daha da rahatsız olursunuz ama asla başka bir yerde aramazsınız kaybettiğiniz şeyi. Çünkü orada kaybettiğinizi bilirsiniz. Aslında o sırada fark etmeseniz de canınızı sıkan bu "ihtimalsizlik" durumudur... İşte ruh halimi özetler bu durum.

Keşke bu denli korkak yetiştirmeseydim ruhumu. O vakit Kafka'dan da bu denli zevk almaz, bu denli bir distopyaya çevirmezdim dünyamı. Girmişti birileri aklıma. Artık tek başıma, başıma buyruk yaşayamazdım.

Bir gerçek düşlüyorum avucuma düştüğünde beni gülümsetecek. Bir hayat düşlüyorum gerçekten hayat gibi. Bir düş düşlüyorum asla düş olduğunu fark etmediğim ve asla bunun bir düş olduğunu bana söylemeyecek arkadaşlar. Anlam karışıklı tezat duygular istemiyorum. Her ne kadar çok başvursam da örtülü anlatımlar, eğretilemeler istemiyorum. Öylesine alenilik, apaçıklık düşlüyorum... Öylesine temizlik düşlüyorum, korkularımdan kurtulmayı. Ve bembeyaz mermerlerde üşümeden uyumayı..

04 Mart 2010

hatırlıyorum

her durumda zihin devam ediyor çalışmaya. odamın kör karanlığını bozan kibritim harekete geçirdi yine bilincimi. yüzüm birdenbire kibritin ışığıyla aydınlanırken, aklımın karanlık dehlizlerinde paslanmaya yüz tutmuş onca anı da aydınlanıverdi. kibriti erkenden söndürmedim bu kez, işaret ve baş parmağım yanana kadar tuttum. bu yazıyı da yanan parmak uçlarıma ithaf ediyorum, yoksa unutulmaya yüz tutan anılara değil.

kibritin ışığında, sevdiklerim aydınlandı. gerçekten beni anlayan insanlar, beni anladıklarını sandığım insanlar, anlamadıklarına emin olduğum insanlar, anlıyor gibi gözüken insanlar, bi siktir git başımdan Dante, diyen insanlar.

ilk olarak nedense raşit'i hatırlıyorum. absürd dünyamı yansıttığım arkadaşım raşit. aptalca şeyler konuşup, onlara içten kahkahalar patlatırdık onunla. ben o adamın, yüzeyselliğini severdim. belki de onun gibi olmak isteyipte bi türlü başaramadığımdandır. raşitle uzun uzun yürürdük yollarda, kardeşim derdi sarılırdı bana. hiç kırmazdı beni. hiç param yok diye çok beğendiğim bir ayakkabıyı alıp bana hediye etmişti. unuttum sanma raşit, unutmadım. gözlerim doluyorsa bu yalnızlığıma bu gece, o ayakkabıyı giyip, ziyan ettiğim içindir.

sonra mutlu geliyor aklıma, uzun saçlarına hep hayranlık duyduğum. mental sohbetlerine, farklı bakış açılarına bayıldığım adam. uzak bir yerde okulunda şimdi. kimbilir ne yapıyordur şu an?. hatırlıyor mudur beni. nedir karşılığım ondaki.. kollarımızı küçük yaşta kesip kanımızı içerdik, ciayco oyuncaklarıyla, legolarıyla beni de oynatırdı mutlu. paylaşım onun doğasında vardı. bana sivri dilini miras bıraktı, inandığın değerleri savunmanın gerekliliğini gösterdi mutlu.

ilk aşkımı hatırlıyorum. hala aynı yerde oturuyor ve aynı otobüse biniyoruz. durakta beklerken merhaba diyor bana. ben her seferinde utanıyorum. merhaba diyorum uzaklara bakarak. otobüs boyunca ihtimaller düşünüyorum. acaba diyorum, evde bulaşık yıkarken aklına geliyor muyum, Dante şu anda ne durumda diye merak ediyor mudur? acaba diyor mudur o da. sanmıyorum, otobüste her zaman, iş yerindeki muhasebe kayıtlarını düşünüyor gibi gelirdi bana o. ve birgün bu sayfaya bakıp kendiliğinden bahsedildiğini farketmeden okur mu bu yazıyı? artık tüm zorlamalara karşın sadece bir pragrafımı süseldiğini farkedecek mi? bunlar benim boktan düşüncelerim tabiki, biliyorum.

istanbul'daki kadını hatırlıyorum. hiç hakkım olmadığı halde hayatına girdiğim. özür bile dilemeden çekip gittiğim, ortada bıraktığım kadın. özür diliyorum senden çok sıradandın benim için, ama senin sıradanlığından daha sıradan kadınlara aşık olacağımı bilmiyordum ki, seni sıcak terketmişken. bilirim kelimeler hiç birşey anlatamaz. özrümü bi gazete kağıdına sarmalayıp, çöp kutusuna atma hakkını saklı tutttuğunu biliyorum. fakat tek terkettiğim kadın sen oldun, kendini şanslı saymalısın bence. bu bile sanatsal bir durum oluverir böylece.

öteki kadınları hatırlıyorum. tek porsiyonluk kadınları. benim tek porsiyonumken, başkalarının delice aşık olduğu kadınları, benim aşık olduğum kadınları düşünüyorum, onlarda bi yerlerde elbette birilerinin tek porsiyonuydu. bunu kabul etmek, içime sindirebilmek uzun zaman aldı. şimdi bundan bahsedebilecek kadar orospuyum gördüğünüz gibi.. onlar seks yaptığım kadınlardı, seviştiğim değil. ama yine de onlara şefkat besliyorum burdan bakınca. o zaman şehvet besliyordum biliyorum, söylemenize gerek yok.

gökhan'la öğrenci evindeki sohbetlerimizi hatırlıyorum. çoğu zaman babalarımızdan konuşurduk. derdik ki; ulan ne kadar da aynıyız. hikayelerimizin eksik taraflarını hep birbirimiz tamamlardık. tek benimle konuşurdu o adam, beni anlayan insanların başında gelirdi. sonra ben onun göğsüne yatardım, uyurdum orda. kızmazdı, homofobik takıntıları yoktu, bende olmadığı gibi. sakallarıyla oynardım. severdim ben o adamı. ve en önemlisi, her durumda dinlerdi beni. gece yarısı uyanıp bana yumurta pişirirdi. onun gibi bir kadın varsa beni bulsun lütfen.. güçlüydük onunla, ama bu gücü güçsüzlüğümüzden aldığımızı da çok iyi bilirdik.

yusuf'u hatırlıyorum, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı o adamı. küçük boyuna rağmen çok çıkan sesini. siyasi olaylara kayıtsız kalamayışını. anlatmak isteğine gem vuramayışını. kendiyle zaman zaman çelişen söylemlerini. ve iyiliğini, yardımseverliğini. onun yanında pollyanna'ya benzeyişimi hatırlıyorum. hayata onun gibi bakardım onun yanında. o dünyanın kurallarını bilir ve ona göre oynardı, hep ondan bunu öğrenmek istedim. bu özelliğine hayrandım. iyimserliği hala olmakla birlikte, bişeylerin kaybolduğunu görüyorum onda da. rüyadan uyanma yusuf. kabus sonrası yaşanan histerik durumlar sana göre değil, benden tavsiye. ben uzun süredir uyanık geziyorum.

bayram'ı hatırlıyorum. yitik sevdaları olurdu. severdi. inanmazlardı, ama severdi. kolay severdi biraz evet doğru ama severdi. neticede gözyaşları hiçbir coğrafyada yalan olamaz. her gözyaşı sahicidir. ben inanırdım onun gözyaşlarına. ben uzaktan severdim onu da. benim gibi özgürlüğüne düşkün bir adama varlığını hatırlatırdı.

caner'i hatırlıyorum. o sevimli ve semaptik adamı. uzakta olduğu halde, yakınımda olan o adamı. her zor duruma düştüğümde arayacağım o güçlü adamı. kesin tavırlarını hatırlıyorum. olmazsa olmazlarını. koyu gelenekçiliğini. onu eleştirmezdim, ben onu öyle severdim. olduğu gibi ve olduğu yerde, yanımda olması gerekmezdi. uzaklardanda aynı miktarda sevebilirdim onu.

sedat'ı hatırlıyorum. manyaklık derecesinde çevirdiğimiz onca geyiği. birbirimizi affedişimizi. kırgınlıklarımızdan, kadınlardan yediğimiz kazıklardan konuştuğum o adamı. ve onu buluşumu, kaybetmek istemeyişimi hatırlıyorum. karanlık mağaramda bana güç verirdi o. var olsundu bi yerlerde, hep dursundu. unutmasındı beni, gece uyumadan bir başka şehrin karanlığında, bir Dante vardı ne oldu lan ona desindi.

hayatıma giren, belirli zamanları paylaştığım, onca önemsiz insanı hatırlıyorum sonra. isimlerinden sıyrılıyorlar. hepsini aynı kategoride değerlendiriyorum. onları uçurumumdan iterken ben, onlar bu Dante ne şerefsiz ne yavşak adam dediklerini duyuyor gibi oluyorum. eyvallah deyip gidişlerimi hatırlıyorum. içimdeki buz dağından kopan parçaları hatırlıyorum. okyanus olduğunu hatırlıyorum o insanların.

annemi hatırlıyorum. beni deli gibi seven o kadını. alnı kırışık olan, takma dişli o kadını. beni üzmeyişini. delircem ben en sonunda dediğimde, tedavi uygulayan sözlerini. ıhlamurlarını, yemek hazırlayışlarını, mutfakta meşgulken arkasından sinsice yaklaşıp, sarılıp kokladığım, yanaklarına doyamadığım o kadını. evlat derdi, evlat kokuyorsun sen. oğlum derdi, ben erirdim içimden ama ona sadece efendim kelimesini ikram ederdim. annem benim hüznümdü.o bunu bilmezdi. bunu bilse aylarca ağlama nöbetlerine tutulurdu sonra, gözleri fırtınalı okyanuslara benzerdi.

ablamı hatırlıyorum. gerçekleşmeyen hayallerini. öfkesini. beni dakikalarca öpmesini. boyuma yetişmesi için eğildiğimi hatırlıyorum. ablam benim yansımamdı. yediği tokatları ben yerdim hep, attığı tokatları bünyemde eritirdim, içimde ablam yazan kutuya kumbaraya para atar gibi atardım ben o tokatları. bana her tokat attığında ona olan aşkım kuvvetlenirdi. keşke onun o basit hayallerini gerçekleştirebilsem diye düşündüğümü hatırlıyorum. ellerimin düşüncem kadar güçlü olmadığını, olamayacağını hatırlıyorum sonra.

ve babam. gözleri yemyeşil, kurbağa bakışlı. kırılgan yürekli babam. sefaletin ruhunu yıprattığı babam. o bedene tutsak yaşayan babam. bana olan hayranlığını kelimelerinden gizleyebilen, gözlerinden silemeyen babam. nefretimden ürken babam. kalbimi kırmamak için susan babam. sürtük ruhlu insanlar için ağzıma geleni söylediğim babam. ameliyat sonrası bana aslan oğlum deyip ağlayan babam. ağlamaz sandığım, ama ağlayarak beni yıkan babam. hasta yatağında öptüğüm kokladığım babam. kocaman ellerinde küçücük umutlarını taşıyamayan babam. babamın öldüğünü hatırlıyorum sonra... eğer bir babanız varsa, ona sakın güvenmeyin sizi bırakıp gidebiliyor istediği zaman. babam, benim koca göbekli tanrım.

ve kendimi hatırlıyorum. yokluğunda sefa süren kendimi. şimdiden öldüğünü kabullenen kendimi. hiçbir ayaklanmasını bastıramayan kendimi.

ve kelimelerimle seviştiğimi, sahip olmak istediğim tek şeyin kelimeler olduğunu hatırlıyorum.

03 Mart 2010

slow motion

söyleyemediğim o kadar çok şey vardı ki, cümleler kuruluyordu içimde, bütün bedenimi karış karış geziyorlardı da ağzımdan çıkmıyorlardı bir türlü. saltanat, o kahpe cümlelerin saltanatıydı. benim değil.

ben bunları düşündüğüm esnada, o tek elinde aynasını tutarak makyajını yapıyordu. rimelinde bir karanlık, bir pusu vardı da o görmüyordu. ayna ellerindeydi oysa.

uzun uzun yattığım yerden, seyrettim o kadını, ağır hareketlerini, makyajının her darbesini dikkatle inceledim. saçları dedim içimden, o kıl parçaları nasıl bu kadar güzel olabilir, nasıl bu kadar dağınık ve bu kadar güzel olabilir. cennette kadınlar varsa dedim, saçları böyle olmalı çok büyük bir ihtimalle. ben bu derin düşünce yağmurunda ıslanırken, delici gözlerini bana dikerek;

-ben hazırım tatlım...dedi.

sıra bendeydi. boxer'ımın üzerine pantolonumu çekerken, o umursamaz bir halde beni izliyordu. beni delirten onun bu umursamazlığıydı. kolyemi taktım ve ardından gömleğimi giydim. hareketlerim alabildiğine yavaştı. slow motion değil miydi zaten bizim sevdamız? saçlarım dağınıktı her zamanki gibi, parmaklarımı saçlarımın arasına soktum hızlı hareketlerle düzelttim.

-hazırım.. dedim.

balkonun kapısını açtı, önce ben çıktım balkona. sigarasını yaktım ve sigaramı yaktı o kadın. dışarda ciseleyen yağmur, beni geçmişe götürdü. hatırladım ona söyleyemediğim bişeylerin olduğunu tekrar.

balkon mermerinin üzerine çıktık, ellerimizi birleştirdik tekrar. dayanamadım ve dudaklarına devrildim o anda. sonra dudaklarını dudaklarımdan çekti;

-şimdi.. dedi..

yere düşene kadar öpüştük.

sonradan öğrendik ki polis telsizleri, bedenlerimiz henüz sıcakken anlatmaya başlamışlar bizi. çok önceleri öldüğümüzü, öldürüldüğümüzü bilenler, haberimize hiç şaşırmamışlardı.

'nihayetinde kadın uzak bir coğrafyanın uzak hayalleriydi, adamsa yok olan bişeylere benzerdi sadece...'

"öylesine büyük bir inançla, öylesine kararlılıkla gideceğini söylüyor ki gözyaşların, sen bile habersiz kalıyorsun benim bu sezgi krallığımdan"

02 Mart 2010

nihilistik sanrılar

tekrar ayağa kalktı. şimdi daha öfkeliydi az öncekinden. yumrukları kanamıştı, kıpkırmızı olan burun delikleri, her soluk alıp verişinde genişliyordu. diğeri dedi ki;

-milenyuma az kaldı. az sonra hepimizin cesetlerini kuşlar yiyecekler. tarih bizden hiç bahsetmeyecek.

sonra yavaş yavaş sakinleşti iri olan adam, artık soluk alış verişleri normale dönmüş gibiydi. kendi kendine konuşur gibi, belli belirsiz birşeyler mırıldandı, sözcükler ağzında eridi sanki konuşurken;

-bizler birer gübremiyiz yani? nasıl olur dedi nasıl olur, neden varız o zaman burda...

çok korkmuştu iri adam. iri cüssesinin altında sakladığı korkuları su yüzüne çıkmıştı.

-nasıl mı olur dedi diğeri.. çok sinirlenmişti. seni ahmak dedi seni ahmak, zorunluyuz ki buradayız.

elleri cehennem gibiydi, vucutları çok sıcaktı. ilikleri donmuştu. bir saçmalığın peşinden koşan adamlardı onlar. bazı geceler nihilistik sanrıları, uyutmazdı o adamları.

eldivenlerini eline geçirirken, aynadan diğerine bakarak konuştu hiç konuşmamış olan;

-çünkü ilahi komedyasında dante, cehhennemi çok iyi anlatmıştı dünyaya bakarak...

sanrılar bitmek tükenmek bilmiyordu. adamlardan biri en sonunda dayanamayarak, diğerinin üstüne kustu...

01 Mart 2010

barbara ve içki sohbeti

sonra sadece içkilerden bahsettik o kadınla. tam yerinde, tam zamanında başımı yere eğdim ben. yüzümde hamster gülümsemesiyle tekrar ona döndüm;

-hayat dedim sert bir içkidir, kimisi hiç sarhoş olmaz. kimisi rüzgarı ellerinde taşırda haberi olmaz.

kan kırmızısı gözlerini bana değdirdi. utancı yoktu hiç. gözlerinin kırmızısına karşın, elleri çok beyazdı, bembeyaz kelimesine anlam katar gibiydi elleri. dedi ki;

-bu beylik laflara gerek yok yakışıklı, sen zaten şiirin sarsıcı mısrasısın.

sonra ben tam yerinde başımı yere eğdim tekrar. kadınlığını böylesine çılgınca kullanan, dudaklarında kalabalık kentler taşıyan o kadın karşısında şansım olmazdı. o çok akıllıydı.

ona sahip olmak istemiyordum. o uzakta bir yerlerde birinin kadını olmuştu çok önceleri. gücünü özgürlüğünden alıyordu. bunu anlıyordum. bu yüzden gözleri kırmızı, elleri bembeyazdı.

sonra o kadın gitti, masadan asil hareketlerle kalktı. muazzam bir yalnızlığı vardı. herşeye sahip bir yalnızdı o. hesabı ödedi. gidişindeki edaya aşık olmamak benim insiyatifimde olan bişey hiç değildi.

o kadın benim yansımamdı, elleri o yüzden beyazdı bu kadar, gözleri ateş kırmızısı.

güle güle dedim ben sadece. durdurmak gereksizdi. o giderdi, çünkü ben kendimi bilirdim.

içkimi yudumladım tekrar, ve onunla konuşur gibi dudaklarımı oynattım içimden yine;

güle güle barbara...