29 Temmuz 2011

Mulholland Drive

Ağlamıyordum.

Sadece ağlıyor gibiydim. Buna önce kendimi, sonra seni inandırıyordum. Gerçekten Oscar’a layıktım. Rakının etkisi henüz geçmemişti ve telefonda seks taleplerini seninle yaptığım konuşmanın biraz öncesinde şiddetle reddetmiştim. İnsanın rol yapma yeteneğine vurgundum ben. Bana teatral davranan insanlara vurulurdum. Hayatı gerçekçi yaşadığımı söylerlerdi oysa.

Algımın son parçalarını da yerden topladım. Aynaya bakmak üzere tuvalete girdim. Alkolün vücudumu raksa yönlendirdiği, ruhumla bedenimin ateşli bir tango için piste adım attığı o dakikalarda kendimi her zaman aynanın önünde bulurdum. Önce mastürbasyon yapar, cinsel organımdan süzülen son sperm damlasıyla birlikte derin bir duygusallığa gömülür ve şiddetli bir biçimde ağlamaya başlardım. Hayvani arzularımdan sıyrıldığımda anca insani yanımı ortaya koyabiliyordum. Bir kadının kalçalarından ötesini göremiyordum diğer zamanlarda. Mesela güzel bir laf mı etti, Pablo Neruda’dan bir alıntı mı yaptı, hemen onu oracıkta yere yatırmak, ağzını elimle kapatmak ve delicesine becermek arzusuyla dolup taşıyordum. Hiçbir yazar beni orgazm edemiyordu. Bu onların suçuydu benim değil. İşte bu gibi durumlarda mastürbasyona sığınıyor ve kendimi tüm duygularımla, bütün duygusallığımla gözler önüne seriyordum. Bu tavrım tribünlerden alkış alabiliyordu zaman zaman.

Oysa insanın kendisini izlemesinin mantıklı bir açıklamasını yapmak çok zordu. Yani önce mastürbasyon esnasında ve sonrasında gelen ağlama krizlerinde kendimi izlememdeki patolojik yönü hangi kadına, hangi erkeğe, ya da hangi kutsal kitaba anlatabilirdim, bilmiyordum. Belki bir nebze olsun Freud’a anlatabilirdim ama o da bana muhtemelen bir psikanaliz teklifinde bulunurdu. Oysa bu istediğim en son şeydi.

Bütün bunları yaşadıktan sonra boş bir kahve fincanı bulup karşımdaki sehpaya bıraktım. Dakikalarca, takriben yarım saat, kahve fincanını izledim. Bir hafta önce içildiği anlaşılıyordu. Zira fincanın dibindeki kahve kurumuştu ve burnumu fincanın içine soktuğumda kahve ve çürümüş turşu benzeri bir koku duyuyordum. Fincanı kuru kuruya izlemenin pek kuru, pek yavan olacağını düşünüp, ortama biraz müzik eklemeye karar verdim. Ancak uzun bir süre, bu orgazm tadındaki anlara hangi güzel şarkıyı eklemenin gerektiğini düşünüp, uzunca bir kararsızlık yaşadım. Kahve fincanının üzerindeki motifler, batının gözündeki doğu imgesini yansıtıyordu. Tam o anda Edward Said’i düşündüm. Yanlış bir bir şey yapmamalıyım dedim kendi kendime. Hatta bunu iki üç kez de kendi kendime tekrarladım. Bu saatte, yani gecenin ikisinde ortama Orhan Gencebay eklemenin zararlarını düşünüp, izlemediğim bir Fransız filminin soundtrack’lerini barındıran bir cd koydum müzik aletine. Sonra tekrar fincanın karşına geçip, seni becerirken kulağıma fısıldadığın szöcüklerin hiç yaratıcı olmadığını düşünmeye koyuldum.

Kapıyı kapatıp, tokmağın üzerindeki o küçük tuşa dokundum. Artık kendi art alanımdaydım ve bunu bir Amerikan kapı yardımıyla yapmıştım. İnsanlığın en güzel yaratısı. Diğer bütün odalarla bağlantımızı koparan Amerikan kapılarla, eski tip buzlu camlı anahtar delikli kapılar asla kıyaslanamazdı. Anahtar deliğinde sinsi bir biçimde dönen anahtar kadar masum olamamanın ne kadar ironik bir düşünce olduğu düşüncesi aklıma düşünce bardağı kafama diktim. Deli saçmasından başka bir şey değildi benim bu düşüncelerim.

İçeride bir seks muhabbetidir gidiyordu. Hababam bir kadının nasıl yatağa atılacağından, yeni tanışılan bir kadının ortamda bulunan gençlerden birine nasıl kaliteli bir oral seks yaptığından, eve güç bela çağrılan bir kadının nasıl nazlı davrandığından ve neticede vermediğinden bahsediliyor, kahkalar Erol Taş misali bir tınıyla çıkıyordu gırtlaklardan. Bu kahkalara hayrandım, çünkü hiçbir zaman öyle şiddetli ve içten bir kahkaha atamamıştım. Sigarama uzanan elimi durduramadım, defalarca sigarayı bıraktığımı aklıma getirdim. Ama iradesizlik benim kanımda vardı işte. Orospunun yemini yarağı görene kadardı işte!

Çakmağımı içeride, az önce ateşli bir konuşma yaptığım rakı masasında unutmuştum. Gençlerden hiçbiri de arkamdan seslenip, çakmağımı orda unuttuğumu bana hatırlatma zahmetine katlanmamışlardı. Dahası şu anda içeride bulunan gençler hayatta hiçbir zahmete katlanmamışlardı. Yani onlar biraz Marlboro Light çocuklardı. Yani biraz Bmw modellerini bir çırpıda sayma yarışması çocuklardı. Yani biraz bu yaz tatilde kaç tane rus düşürdün çocuklardı. Yani biraz birbirlerine rahatça orospu çocuğu, ananı sikerim senin deme mütehassısı çocuklardı. Burjuva ahlakına bu kadar yatkın olmaları, babalarının burjuva olmasındandı. Babalarına sorulsa sadece küçük, küçücük burjuva olduklarını söylerlerdi. Ama İngiliz Kraliyet Ailesi gibi gözükme telaşından asla ödün vermiyorlardı. Her lokmayı yiyebilirlerdi, her haltı yiyebilirlerdi. Ama dışarıya ahlaklı olmanın yüz temel kuralı gibi teorik bir minvalde söylev verme konusunda oldukça başarılı oldukları da ortadaydı.

İçeride çakmağımı unutmak, istediğim en son şeydi, zira kendimi güç bela bu odaya atmıştım. Masada biraz daha oturmama yönelik talepleri kararlı ama tutarsız bir şekilde reddetmiştim. Önce uykumun geldiğini, sonra midemin bulandığını ve sanırım kusacağımı söylemiştim. bu yalanlarımdan etkilenmişlerdi. Bu kadar tutarsızlık kimi etkilemezdi ki. Sonuçta dünya da tutarsızlık kadar baş döndürücü ve seksi bir şey daha yoktu. Bütün bu düşünceleri kafamdan kovarak içeriye çakmağımı almaya gittim, gözlerini bana çevirip gülüştüler. İçkinin içilme şekillerinden, şişede Cansever gibiyken vücutta adeta bir Madonna’ya dönüştüğünden bahsettiler. Onları önemsemediğimi belirtir bi şekilde gülümsedim. Gülümsemek zorundaydım. Bu esnada çakmağımı masadan almış bulunuyordum. İçlerinden bir tanesi bana şakayla takılarak onu aylardır süründüren bir kadının varlığından, kadını bir türlü yatağa yatıramadığından bahsetti, amiyane tabirler kullanarak, yer yer basit bir argoya başvurarak bana ne yapması gerektiğini sordu. Rakıdan artistik bir yudum alıp, kadının vermek istiyorsa vereceğini, vermek istemiyorsa da vermeyeceğini söyledim. Bu ortamda kuvvetli bir kahkahaya sebep olurken ben sigaramı yakmış ve odamın yolunu tutmuştum. Yatağa yatırdıkları kadınların kendi başarısı olduğunu düşünecek kadar, sığ gençlerdi. Neticede her şeyin kadınların tekelinde olduğunun farkında değillerdi.

Sigaramla birlikte girdiğim odada kahve fincanının tam karşısına oturdum tekrar. Fincanı bir kül tablası olarak kullanmaya karar verdim, müziğin sesini biraz artırıp yerime oturdum ve seni düşünmeye başladım. Kulağıma fısıldadığın o aşk sözcüklerini, iyi bir tiyatro sanatçısı olabileceğini, insan psikolojisinden haberdar olduğunu, insanın güzelliğe olan düşkünlüğünü nasıl kullanacağını çok iyi bildiğini teker teker aklımın odalarından çıkartıp, hepsini tek tek değerlendirdim. Aylarca yaptığımız telefon konuşmalarındaki o sevimli kız çocuğu pozlarını, sevgiye muhtaç oluşunu söylerkenki vurgu ve tonlamanı ve asla aklımdan silinmeyecek olan kirpiklerini düşündüm. Zaten bunları binlerce kez yapmıştım. Ama bu kez, bu sefer, bu defa bir darbe yemek istiyordum. Karşında olabildiğince küçülmek, aşağılanmak istiyordum. Bu yaparken, bu estetik tavrı hiçbir zaman anlamayacağını biliyordum, biliyordum da yine de sana açıklama hissini içimden bir türlü atamıyordum.

Telefona sarılıp, ismini aradım, sanki bulamıyormuşum, sanki bir sinirle telefon rehberinden ismini silmişim gibi arıyordum. Oysa nerde olduğunu ezberlemiştim. Her şey plana uygun ilerlesin diye kendi kendime müthiş bir eziyet ediyordum. İsmini bulup telefonu sehpaya bıraktım. Kahve fincanına biraz rakı doldurdum. Bir dikişte sek rakıyı yudumlarken az sonra olacakları adım gibi biliyordum. Telefonun hiç bu kadar acı acı çaldığını hatırlamıyordum açıkçası aklıma getiremiyordum.

Karşımdaydın işte. Sesini duyuyordum, ahizeye üflüyorduk karşılıklı, sevimli çocuk pozları gitmiş, karşımdaki tam anlamıyla bir kadın olmuştu. Aptal bir aşık gibi davranmaya karar vermiştim, içimdeki acıyı ancak bu şekilde bastırabileceğimi aylar süren mental uğraşlar sonucu keşfetmiştim. Kimse duymasın diye banyoya girdiğini, suyun sesini açtığını duyuyordum. Benimle hem konuşuyor, hem de o esnada dişlerini fırçalıyordun. Kurduğum, upuzun cümlelere karşılık olarak bana, hı hı, evet, öyle aslında gibi cümlelerle karşılık veriyordun. Sana olan aşkım bir darbe daha yiyordu. Bu darbeyle ülkedeki tüm aşklar yirmi yıl daha geriye gidiyordu. Yaptığın bu darbeyle şimdi yeni bir aşk anayasası yapman gerekecekti. Kalbinde sıkı yönetim ilan etmen gerekecekti, farkındaydın. Seni eskisi kadar sevmiyorum artık dediğinde bu konuşmanın yeterince uzadığını fark edip, telefonu kapatmayı düşündüm. Ortama biraz, ağlama efekti eklemeliydim. Ağlayamadığım için utanıyordum, ortama biraz küfür, sitem ve isyan ekleme yönündeki fikirlerimi güçlükle bastırırken, ‘şimdi kapatmam gerek’ dediğini duydum.

Telefonu yavaşça sehpaya koydum. Şimdi gerçekten ağlayabilirdim. Bir havlu alıp banyoya gittim, yanımda götürdüğüm ve telefon konuşmasının hemen ardından doldurduğum fincandaki rakıyı kafama dikip, elimi cinsel organıma attım ve Ulysses’te uzun uzun bahsi geçen duru İrlanda’yı düşünüp boşaldım.

İçeriye dönüp çocukların yanına oturduğumda dört dakikalık bir konuşma yapıp, doğumumdan şu yaşıma kadar geçen sürede başıma gelen her şeyi aynı cümle içerisinde kullandım.  

İçlerinden en yakışıklı olanı, çakmağımı isteyip bir Marlboro Light yaktı.

13 Temmuz 2011

mauvaise foi

Seni bir şeylere benzetmek olmamalı. Yani mütemadiyen olmamalı. Kendi halinde, kendinle, ellerin ve sesinle, sesin ve nefesinle ve en önemlisi kirpiğinle, kendi kendine varolmalısın. Yani böyle bende değil, kadehin içinde uyuyakalmış yalancı cinler gibi değil, ruhumda gedik açan ölümcül soundtracklerde değil. Yani böyle birdenbire, yani teninle belki ama benimle değil. Yani demem odur ki; seni bir şeylere benzetmek olmamalı.

Seni bir yerlerinden düşlemek olmamalı. Yani en eski bir sözden, bir kırık dökük, neden söylendiği belli olmayan, ki yayvan bir ağızdan, ki kirli bir ağızdan söylenmiş eski bir sözden düşlemek olmamalı. Belki memelerinin uçlarından dişlemek gibi, belki kasıklarının isyanını bastırmak uğruna ilan ettiğim genel seferberlik erotizm tarihinin Fransız ihtilali yerine geçerse diye Jan Darc’ın cinsiyetinin bir anda değişivermesi gibi. Yani seni düşlemek, böyle kaygan yerlerinden değil de, kuru bir sözden değil de, bir hatıradan değil, yalnızlıktan hiç değil de, ölüm korkusundan belki, evet ölüm korkusundan düşlemeli seni. Yani demem odur ki; seni bir yerlerinden düşlemek olmamalı.

Seni  sevmek böyle saçma olmamalı. Yani hülyalı bir bakış gibi olmamalı. Yani bir şeyleri anlatmak gibi olmamalı. Bir şeyleri karıştırmak gibi olmalı. Altkültüre üç dakikalık saygı duruşu belki, belki nefertiti’nin gelen dip boyası gibi, yani ne bileyim mermi felsefesi gibi sevmeli, düşmanca ve katatonik belki, ama pişmanca ve patetik olmamalı. yani demem odur ki; seni sevmek böyle saçma olmamalı.

Seni özlemek böyle acı olmamalı. Yani rahat bırakmalı artık bizi insan doğası. Kelimenin içine nüfuz eden bir esrarkeş tavrı yüzümüze yüzümüze vurmamalı. Arabanın arka koltuğunda kaldırınca kafamı yukarı akıp giden ışıklar seni hatırlatmamalı yani. Yani ne zaman here comes the rain again? Yani mevsim bahar olunca, sevenler kavuşunca,  bende özledim bende şeytan üçgeninde kalsa aklımın odacıkları, heartbreak hotel sakinlerine yayılır ince bir alkol ve ot kokusu. Yani seni özlemek gece vakti çıkılan bir şehirlerarası yolculukta herkesin tepe lambası sönükken benimkinin yanması. Geri kalan tüm jargon, tüm tarih, tüm felsefe ve edebiyat ve tüm kimya bir artalan olarak çocukların hayal gücüne bırakılmalı. Gerisi, senden sonra öptüğüm tüm dudaklar adına yemin ederim ki teferruat! Yani demem odur ki; seni özlemek böyle acı olmamalı.

Seni kimsesiz ve sessiz, sessiz ve kalabalık, kalabalık ve acımasız şehirlerde kirletmek olmamalı. Kıpkırmızı olmamalı mesela. Yani sen bilmiyorsun da tsunami gibi kalkan organlar var o şehirlerde, yani bir halk türküsü gibi yazık ettin gençliğine deme cesareti içimizi allak bullak ederken, yani seni dost meclislerinde yarı küfür yarı isnatla anarken, yani aslında böyle böyle dillerimiz kanarken, susup yerimize oturtunca sen bizi, biz cümlenin noktası oluveriyoruz. Ölüveriyoruz. Yani suratlarımızda gündüzden kalma hummalı hüzünlerle seni anarken, sen suratımıza suratımıza İskandinav fiskeleri vurma ne olur! Seni kirletmek, belki bir durakta eski bir dostu, kasıtlı bir havayla bir sinsi hesaplanmışlıkla 5 dakika bekletmek gibi olmalı. Yani demem odur ki; seni hunharca kirletmek olmamalı.


Yani demem odur ki; sevgiye dair kaç soru varsa hepsi ani bir kararla boş bırakılmalı.

Senin beni tanıman için sevgilim, Ruhumun takım elbisesi olan tenime bir sarı gül takılmalı.

Senin beni sevmen için sevgilim, bir kitlesel hareketle bütün tanrıtüyü kelimeler yakılmalı.