11 Ağustos 2012

the best is yet to come



Bir kadın düşünün. Yalnız, yorgun, tek başına yaşadığı küçük dairesinin tek kişilik yatağına tüm yorgunluğuyla birlikte sığma telaşında olan, günün genel gidişatını tüm yoğunluğuyla yaşadığı ve ayak tabanlarında hissettiği halde, bir de aklında canlandıran, belki de iş yerine, iş yerinde yoğun olmasından mütevellit hiç oturamadığı masasına, bütün evine, evinin sessiz odalarına, evinin sessiz odalarındaki soluk perdelere, evinin sessiz odalarındaki perdelerin üzerindeki, annesinin çeyizinden kalma perdelerindekine benzer, anlamsız, çiçek benzeri figürlere sirayet eden o çaresizliği bir yük gibi üzerinde taşıyan bir kadın. Komodinine yerleştirdiği küçük masa lambasının ışığında, yatağında yarı doğrulmuş vaziyette okuduğu kitabın yarı sararmış, yarı kararmış sayfalarını, uyusam mı kitap mı okusam kararsızlığının esir aldığı ellerinin sayfalarını çevirdiği titrek kitabı anlık bir kararla nasıl da yatağın ucuna bıraktığını düşünün. Uyumadan önce eline aldığı ve odanın karanlığından olsa gerek, olduğundan güçlü parlayan ve dağınık saçlarını bir perinin saçlarıymışçasına büyülü gösteren telefonun ışığında, yine bir anlık kararla telefon rehberinde kayıtlı isimleri telaşlı geçişini ve o isimlerden bazılarının nasıl gereksiz oluşunu, bir kadının ani mantığını da hesaba katarak düşünün. İsimlerin, cisimlerin önüne geçtiğinin kanıtı olan telefon rehberindeki o isimlerin gereksiz olanlarından bazılarını silme kararını verirkenki düşünceli hallerini sanki, eski çağda yargılanan, aslında akıllıca olan sözleri anlaşılamamış, bir deli filozofun yargılanışını yansıttığını ve kendini bir yüce yargıcın yerine koyan herkes gibi hem kararlılığı hem kararsızlığı aynı anda hissedişini, nihayet bir ismi sildikten sonraki, zor bir işi başaranların gururla yaptıkları gibi, derin oh çekişine dikkatlice bakarak anlayın bu kadının telaşını ve başıboş hüznünü. Kendine durduk yere, neden gündelik işler çıkardığı, neden her şeyi bırakıp, yepyeni bir hayata başlamak istediği daha anlaşılır gözükecektir şimdi sizlere.

Bir çocuk düşünün. Heyecanlı, hevesli ve meraklı olduğu kadar kendisini bir anda tanrıların ortada hiçbir şey yokken çıldırarak bir kavgaya tutuştuğu ve ortalığı esir alan bir kaosun hüküm sürdüğü coğrafyada bulan ve bu coğrafyanın ‘neden birdenbire’ bu hale geldiğini anlayamacak kadar, şaşkın olduğunu da göz ardı etmeyin onu düşünürken. Okuldan kaçmanın mı, yoksa okulda kalıp dersi dinlemenin mi daha mantıklı olduğunu çevresinde her daim bulunan haylaz ve tembel ve aslında nasıl ki çürük bir meyvenin sağlamlarla aynı poşete konulduğu ve uzun yolculuklara yollandığı ve yollanır yollanmaz da onların da çürümesine sebebiyet verdiği bir kötü meyve gibi, haris çocukların çapsız sözleriyle bir sonuca vardırmak isteyen bir çocuk. Hep birlikte girilen paslı, tozlu, kirli ve basık pasajların, hepsinin hatırasından ve hayatından bir şeyler çaldığını henüz fark etmemesinin son derece doğal karşılandığı bu yıllarda, yine bu pasajlarda olduğu gibi kirli paslı dükkanların, kirli paslı masalarının, döküntü çekmecelerinden edinilen erotik ya da bayağı pornografik filmlerin, cinselliği keşfedişlerindeki bu eğitimsel sorunu bir yana bırakırsak, çocuğun bünyesinde yarattığı heyecanlı telaşı, eve yetişme aceleciliğini, inşallah evde kimse yoktur isimli ve henüz vizyona girmemiş kaygısını da şöyle bir düşünün.  Edindiği ve doğrudan kar amacı güttüğü son derece bariz olan, bu filmleri eve getirip, kaç defa bir türlü yalnız kalıp, bir türlü doya doya seyredemeyişindeki sabırsızlığı ve nihayet evde yalnız kaldığı durgun bir günün akşamüstünde, acımasızca karşısında bulduğu devasa erkeklik organlarının, hayali bir şekilde, sanki fantastik diyarların keşfini yapıyormuşçasına koyverilen, ya da bazen bir kolları bileklerinden hızarla kesiliyormuşçasına çığlıklarla keyiflendirdiği kadınların yapmacıklığını hiç mi ama hiç fark etmeyen çocuğun ekran karşısında dehşetle sarsılışını, belki üç belki beş kere, ince ve zayıf ellerinin yardımıyla kolayca kavradığı, daha tam olgunluğa ve büyüklüğe erişmemiş organından süzülen çaresiz menilerin, görülmemiş bir kararlılıkla ıslattığı kağıt mendilleri, gazetelerin spor, magazin ve ekonomi sayfalarını nasıl ortadan yok edeceğine dair aceleciliğini, çocuksu telaşını ve yaşanan ve beklenen bu gelişmeden sonra, tüm vücudunu ve aklını saran derin pişmanlığı da bir düşünün. Neden birden bire büyümek istediği, tam olarak anlamadığı ve aslında tam olarak anlasa dahi, asla anlatamayacağı yakıcı arzularından çarçabuk sıyrılmak istediği daha anlaşılır gözükecektir şimdi sizlere.

Bir adam düşünün. İşine sadık, sorumlu, çekirdek bir ailenin en önemli figürü gibi göründüğü halde içinde kopan fırtınalara asla dur diyemeyen, içinde kopan fırtınaların bilmem kaçıncı raddeye ulaştıkları son derece kesin kanıtlarla ortaya dökülebilecekken, hala bir tiyatro oyuncusunun, yıllarca medyamız tarafından bayraktarlığı da yapılan show must go on diyen o, talihsiz sloganına uyarcasına, dışında kötü klişe tabirle fırtına öncesi sessizliğin oyunculuğunu, bir rolü o rolü en iyi canlandırabilecek bir oyuncu titizliğiyle canlandırdığını da düşünün o adamın. Sessizliğin her tarafını kuşattığını, hatta ve hatta tüm ruhunu esir aldığını, aman vermez bir hastalık gibi inatla tüm vücudunda yayıldığını anlamak için, eve gelir gelmez pardösüsünü astığı askılığın başında tam sözü geçen pardösüyü asmadan az evvelki yüz ifadesinden ve hemen sonrasında koridordan salona giden yolda attığı esrarlı adımlardan, anlayışsız ve sitemkar olduğunu düşündüğü ve bunu her gün yeni kanıtlarla da desteklediği karısına ‘akşam yemeğinde neyin olduğunu’ soruşundan, televizyonun kumandasını, bir diktatörün, diktatör olmazdan evvel gerçekleştirdiği darbe girişimine benzeyen bir kararlılıkla ele geçirişinden  ya da bir çocuğun top benim oynatmıyorum tavrındaki bencillik benzeri duygusuz ve biraz da sinirli surat ifadesinden anlamanız için gözlerinizi bir an için bile onun üzerinden ayırmamanız gerekir. Güç bela ve gürültüyle gelen geceden sonra isteksiz girilen o karı koca yatağından, kadın tarafından edildiğini adamın sorsak yine iddia edeceği temkinsiz sözlerinden dolayı, bu kez istekli bir şekilde yataktan çıkarak terk ettikten sonra, iç odadaki, caddenin loş karanlığını gösteren bir camın önünde, yavaş ve düşünceli sigara içişini düşünün. Sözümona haklı kadının, üzerinde yeni alındığı, tabiî ki renginin parlaklığından anlaşılan pembe geceliği ve yeni alınmadığı, tabiî ki renginin solukluğundan anlaşılan pembe terlikleriyle iç odanın kapısından tahrik edici ve üzücü, kendi haklılığını savunan sözlerini, sigarasını orta ve baş parmağının üzerine ustalıkla sıkıştıran tiryakilerin yeteğiyle izmariti tam pencereden elektrik tellerine doğru fırlatırken duyan adamın, öfkeyle ve teyakkuzla, ne renk olduğu karanlıkta tam seçilemeyen pijamalarının altına kundura ayakkabılarını giyip, daha fazla dayanamacağını söyleyerek evden çıkışını ve tabiî ki bu sahnelerde mutlaka olduğu gibi kapıyı çarpışını düşünün. Az önce iç odanın penceresinden sigarasını ilk tutuşturduğu anda öylesine, ortalarına geldiği anlarda korkuyla ve tam sıpıtacağı anda karısının talihsiz sözleriyle kesildiği için hangi duyguyla seyrettiğini bilmediği, sokak lambalarının altından geçerken hayal edin adamı. Sinirli ve evden çıktığı anda sinirini yatıştırmaya çalışan kendi iç çekim merkezinin gelgitleri arasında, adımlarını attığını ve sokak lambalarının ışığının tam karşıdan gövdesine vurduğu anlarda arkasında olan gölgesinin, nasıl tam lambanın altına geldiğinde yok olduğunu, bu kez arkasında kalan ışığın, gölgenin yönünü nasıl da adamın tam da gideceği yöne doğru çevirdiğini bir an olsun, her şeyi bir kenara bırakarak, ne olur, düşünün. Yıllardır içinde taşıdığı akıl almaz sessizliğin, bir an olsun yakasını bırakmayışındaki, yakasından silkelese paçalarına yapışan kararlılığı daha anlaşılır gözükecektir sizlere.

Bir de beni düşünün. Geceleri sabahlara vardırma görevim sona ermeden gözüme uyku girmediğini, kendimi gündelik işlerden sıyırarak, kafamın içindeki esrara ve hayallere kaptırışımı, bu hayallere nasıl aldandığımı, bazen tatlı bir anlayışlılıkla bazen duvarları döven bir çaresizlikle, bazen de bayağı bir sinirle bana anlatmaya çalışan annemi nasıl dinlemediğimi ve görmezden geldiğimi. Yalancı olduğumu düşünün mulaka. İlk paragrafta perdedeki çiçek benzeri figürlerin arasına evin perdelerini takan perdeci arkadaşıma yardım için geldiğim o gün, arkadaşımı da binbir güçlükle ikna ederek yerleştirdiğim gizli kamerayla nasıl da her gün evimdeki otuz yedi ekran televizyondan röntgencilik yaptığımı, işinden yorgun argın ve biteviye bir umutsuzlukla gelen kadının bütün hallerini ezberimdeki Fatiha kadar iyi bildiğimi, o kadının önümde size göre her şeyden habersizce, bana göre arsızca soyunuşunu, önümde hızlıca sütyen değiştirişindeki beceriyi, ev temizliğindeki hamarat hallerini, köşeleri tam almayan elektrikli süpürgenin ağızlığını nasıl da profesyonelce çıkardığını ve yine nasıl alelade taktığını adımın harfleri gibi bildiğimi düşünün. İkinci paragrafta kirli paslı ve tozlu pasajın içinde nasıl da kocaman göbeğim ve yağlı saçlarımla arkadaşımdan uygun bir fiyata devraldığım sözde ikinci el telefon dükkanımın kirli ve kırık dökük çekmecelerinden çıkardığım kötü kopya ve çoğunun içine yalan yanlış cdler koyduğum pornografik filmlerle pipilerinin başka adlarının da olduğunu henüz keşfeden ergen gençleri kullanarak nasıl da yasadışı yollardan ve ahlaksızca para kazandığımı, bu da yetmezmiş gibi çocukların bir de sırtlarına bir tokat yapıştırıp seni kerata, hadi bakalım git çavuşu tokatla derken suratımın nasıl da pis bir biçimde sırıtışını, sigara içmekten yarısı sararmış yarısı çürümüş dişlerimle nasıl sırıttığımı da düşünün ve içeri, dükkana dönüp nasıl çekmeceyi yüzümde ciddi bir ifadeyle sıkıca kapayıp, kilitleyişimi de. Üçüncü paragrafta, esrarlı ve içine kapanık kocanın huysuz karısını, kendimi bir müteahhit olarak tanıtıp nasıl baştan çıkardığımı, iyi giyinip, hiç gülümsemediğim, saçlarımı da briyantinle yana taradığım zamanlar onu nasıl etkilediğimi, dişlerimi maalesef gördüğü bir günde nasıl kendimi acındırarak dişçi korkum olduğunu ve çok çikolata yemekten nasıl dişlerimin çürüdüğünü, inanılır gözükebilmek için ilk başta kendimde inanarak anlattığımı bir düşünün. Hatta kadına aldığım pembe geceliğin, içinde fırtınalar kopan kocanın ilgisizliği nedeniyle ve yine bahsi geçen koca tarafından nasıl da fark edilmediğini kıkırdayarak anlatan kadından bir makas aldıktan sonra, kalçasına vurduğum şaplağın etkisiyle kadının nasıl bir kez daha kıkırdadığını da düşünün derim. Kendimden uzaklaşmak isteğim, yalnızlığın iç bunaltan sızısının böyle hülyalı efsunlara yol açacağını söylemem şimdi, daha anlaşılır gelecektir sizlere.

Bir yalnızın, içinde kendini bulduğu bu paragrafların yazarının, hayali bir tavsiyesine uyacak kadar, gerçeklerden habersizseniz diyorum son olarak, bugün bir yalnızı durduk yere öpün, yalnız şaşkınlıkla yüzünüze bakarken, bir de gülümserseniz, siz de gerçeklerden habersiz bir öykü kahramanısınız demektir.

2 yorum:

  1. inşallah evde kimse yoktur isimli ve henüz vizyona girmemiş kaygısını da şöyle bir düşünün.

    umutsuzlukla gelen kadının bütün hallerini ezberimdeki Fatiha kadar iyi bildiğimi,

    müthiş

    YanıtlaSil
  2. gerçeklerin bir insanı nasıl hunharca linç ettiğini gördüm. o yüzden yargılarınızı vestiyere asıp, galoşları giydikten sonra tek gerçeği rüyaları olan bir adam düşünün.

    YanıtlaSil