12 Mayıs 2010

gizemli bir kadının portresi

gmerdivenlerden çıkarken aklımda ne Portekiz'in diktacı yöneticisi Salazar, ne şanlı devrimin zafer çığlıkları, ne de tarih öncesinin ilkel yaşam alanı vardı.. bir an kusacak gibi oldum ama sonra topladım kendimi. o oradaydı işte. yürümeliydim.

önümde kobra dansı yapar gibi süzülen kalçalarının birine melbourne şehrini, diğerine hiç bilmediğim bir şehri yerleştirdim. ona uzun uzadıya hikayeler anlatmak istediğimi duyumsadım bir an. sonra 'şimdi sırası değil' diye düşündüm.

kapıyı açıp içeri girdiğimizde, eve uzun bir süredir kimsenin girmemiş olduğunu hemen anladım. pis kokan bir ev, rutubet ve somut bir 'yaşanmışlık' kokusu... çevik hareketlerle perdeleri çekip, hemen pencereleri açtı.

o sırada zihnim durmuş gibiydi. duvardaki tozlu bir tabloya bakarken buldum kendimi, tabloya ilişkin hiçbir şey düşünmeden. nesnelerin anlamlarını sorgulamaktan çok uzaktım. şimdi Roquentin olmanın sırası hiç değildi ayrıca.

duşunu almış, kahvesini elinde tutar bir vaziyette içeri girdi. pembe bornozu üzerindeydi, yavaş hareketlerle ve açıkçası birazda oyalanarak, karşıdaki tozlu koltuğa oturdu. bir bacağını diğerinin üzerine attığı esnada, bornozu sıyrılarak, diğer bacağını açıkta bıraktı. tanrı 'bir sanatçı olmalı' diye düşündüm.

'aslında' dedi, 'sen bile kendi hikayenden sorumlu tutulamazsın!'

konuşmaya bu şekilde başlaması hiç beklemediğim bir şeydi. uzun bir yolculuk boyunca hiç konuşmamış iki kişi için en kötü başlangıç cümlesi olsa gerek. ve şimdi ona sartre'dan, varoluşçu felsefeden, kiergegaard'dan bahsetmek işleri daha da zor duruma sokacaktı bana kalırsa. o yüzden;

'evet ama üç aşağı beş yukarı herkes kendi hikayesinden sorumludur. bilmediğimiz bir oyunun bilmediğimiz bir rolünü tam layıkiyle oynayamayız. kötü oyunculuklar olur bunlar' dedim.

suskunluk oldu. gülümsemesinde alay vardı. seçiliyordu.

'sen hep zeki bir çocuk oldun değil mi' dedi.

onun bu bir durumdan diğerine geçebilme yeteneğine, bunu yaparken 'alaycı konuşmasına' bayılıyordum. bu kesinlikle bir yetenekti. iyi yemek yapabilmek, iyi sevişmek gibi bir yetenek değildi bu. onlarda daha üstün bir yetenekti. sanki bir ressamın fırça darbelerine koşut, onunla eşdeğer bir hamleydi. bir sanat eserinin en ince ayrıntısıydı onun bu yeteneği.

'orospular neyi pazarlarlar biliyor musun?' dediğinde, cevap vermemi beklemediğini biliyordum. o yüzden sustum. 'zamanlarını, sadece zamanlarını' dedi. 'bu açıdan bakıldığında diğer mesleklerle arasında hiçbir fark yoktur dedi'

işte yine yapmıştı konuyu değiştirmişti. sadece onun istediklerinden konuşuyorduk, benim bir şey söylemem durumu değiştirmezdi. aksine onun karşısında çok daha fazla ezilirdim. 

sonra uzun bir süre, James Joyce'dan, Faulkner'den, İspanya'daki iç savaştan, 68 kuşağının dünya tarihinde açmış olduğu büyük bir yaradan, ateizmden, ateizmin barındırdığı bazı çelişkilerden, zaman zaman hararetli zaman zaman çok sakin bir ifadeyle, bahsetti. 

ben sadece susabildim onun karşısında. onun karşısında yapabildiğim en iyi şey buydu. bundan utanıyordum, ama onu dinlemek bana muazzam bir zevk ve huzur veriyordu. bunu anlamak ve anlamlandırmak çok zordu. 

ayağa kalkıp 'geç oldu' dediğinde, hayatımda daha önce hiçbir kadını bu denli seksi bulmadığımı düşündüm. dağınık saçlarındaki o ahenkle, yüz çizgilerindeki hem umursamaz, hem herşeye duyarlı hava nasıl bir arada bulunabiliyordu. 

tüm gücümle ayağa kalkıp, 'sana aşığım' dedim! bunun aşk olup olmadığından emin değildim, belki bir saplantıydı.

gözlerindeki karanlık, dehşet, hayal kırıklığı seçilebiliyordu artık. buna rağmen üzerime doğru kararlı adımlar attı. dudaklarını boynumda gezdirdiği anlarda, suratında hep o dehşet ve hayal kırıklığı ifadesi vardı. 

beni kendine çektiğinde, sırtımda uzun, ojeli tırnaklarını, sol kaburgamda 'bir ajan'ın bıçak darbesini' hissettim.

şimdi onu daha çok seviyordum. şu andan itibaren artık o benim için bir saplantı değil, tutkulu bir aşktı.

kalan dakikalar beni hızla ölümüme götürürken, dudaklarından akan kanlarımı tek elinin tersiyle silerek kulağıma doğru eğildi. 

'insan' dedi 'sevdiğini her daim öldürebilmeli' ve 'sen bunu hiç bir zaman yapamayacaktın' diye devam etti. o geri kalan kısmını anlatmaya devam ederken, ben dinlemekten vazgeçeli çok olmuştu. birini öldürecek kadar çok sevebilmek ne kadar çelişkili gelse de içinde mantıklı bir yönde barındırıyordu.   

'sen hep zeki bir çocuk oldun değil mi' dediğinde, cevap vermemi beklemediğini biliyordum. içimdeki tuhaf huzuru, ya da huzura benzer o garip duyguyu ona anlatmaya kalkmadım. İspanyol iç savaşını, nasyonal sosyalist iktidarları düşünmeden geldiğim bu evden, yine aynı şekilde ayrılıyordum. o bunu anlayamazdı. bu kişisel bir durumdu. aşk kişisel bir durumdu.

'orospular neyi pazarlamazlar' dedikten sonra devam etti, sesi öfkeliye çalan bir tınıyla çıktı dudaklarından; 'aşklarını pazarlamazlar!' 'bu açıdan bakıldığında diğer kadınlarla aralarında büyük bir fark vardır.'

beni öldüren kaburgamdaki bıçak değil, onun bu sözleriydi. insan her daim sevdiğini öldürebilmeliydi. dudağımda bir şarkıyla uyuyakalırken sonsuza dek, bu şarkının adını kendisi bile bilmiyordu.

şarkının adı 'barbara'ydı.'

1 yorum:

  1. Hayali dünyayı, gerçek dünyaya bu kadar yaklaştırıp, birbirine çarptırtmamak? Tebrik ederim. ''Hep'' böyle devam et, ''Nihil''ist...

    YanıtlaSil