11 Ağustos 2012

the best is yet to come



Bir kadın düşünün. Yalnız, yorgun, tek başına yaşadığı küçük dairesinin tek kişilik yatağına tüm yorgunluğuyla birlikte sığma telaşında olan, günün genel gidişatını tüm yoğunluğuyla yaşadığı ve ayak tabanlarında hissettiği halde, bir de aklında canlandıran, belki de iş yerine, iş yerinde yoğun olmasından mütevellit hiç oturamadığı masasına, bütün evine, evinin sessiz odalarına, evinin sessiz odalarındaki soluk perdelere, evinin sessiz odalarındaki perdelerin üzerindeki, annesinin çeyizinden kalma perdelerindekine benzer, anlamsız, çiçek benzeri figürlere sirayet eden o çaresizliği bir yük gibi üzerinde taşıyan bir kadın. Komodinine yerleştirdiği küçük masa lambasının ışığında, yatağında yarı doğrulmuş vaziyette okuduğu kitabın yarı sararmış, yarı kararmış sayfalarını, uyusam mı kitap mı okusam kararsızlığının esir aldığı ellerinin sayfalarını çevirdiği titrek kitabı anlık bir kararla nasıl da yatağın ucuna bıraktığını düşünün. Uyumadan önce eline aldığı ve odanın karanlığından olsa gerek, olduğundan güçlü parlayan ve dağınık saçlarını bir perinin saçlarıymışçasına büyülü gösteren telefonun ışığında, yine bir anlık kararla telefon rehberinde kayıtlı isimleri telaşlı geçişini ve o isimlerden bazılarının nasıl gereksiz oluşunu, bir kadının ani mantığını da hesaba katarak düşünün. İsimlerin, cisimlerin önüne geçtiğinin kanıtı olan telefon rehberindeki o isimlerin gereksiz olanlarından bazılarını silme kararını verirkenki düşünceli hallerini sanki, eski çağda yargılanan, aslında akıllıca olan sözleri anlaşılamamış, bir deli filozofun yargılanışını yansıttığını ve kendini bir yüce yargıcın yerine koyan herkes gibi hem kararlılığı hem kararsızlığı aynı anda hissedişini, nihayet bir ismi sildikten sonraki, zor bir işi başaranların gururla yaptıkları gibi, derin oh çekişine dikkatlice bakarak anlayın bu kadının telaşını ve başıboş hüznünü. Kendine durduk yere, neden gündelik işler çıkardığı, neden her şeyi bırakıp, yepyeni bir hayata başlamak istediği daha anlaşılır gözükecektir şimdi sizlere.

Bir çocuk düşünün. Heyecanlı, hevesli ve meraklı olduğu kadar kendisini bir anda tanrıların ortada hiçbir şey yokken çıldırarak bir kavgaya tutuştuğu ve ortalığı esir alan bir kaosun hüküm sürdüğü coğrafyada bulan ve bu coğrafyanın ‘neden birdenbire’ bu hale geldiğini anlayamacak kadar, şaşkın olduğunu da göz ardı etmeyin onu düşünürken. Okuldan kaçmanın mı, yoksa okulda kalıp dersi dinlemenin mi daha mantıklı olduğunu çevresinde her daim bulunan haylaz ve tembel ve aslında nasıl ki çürük bir meyvenin sağlamlarla aynı poşete konulduğu ve uzun yolculuklara yollandığı ve yollanır yollanmaz da onların da çürümesine sebebiyet verdiği bir kötü meyve gibi, haris çocukların çapsız sözleriyle bir sonuca vardırmak isteyen bir çocuk. Hep birlikte girilen paslı, tozlu, kirli ve basık pasajların, hepsinin hatırasından ve hayatından bir şeyler çaldığını henüz fark etmemesinin son derece doğal karşılandığı bu yıllarda, yine bu pasajlarda olduğu gibi kirli paslı dükkanların, kirli paslı masalarının, döküntü çekmecelerinden edinilen erotik ya da bayağı pornografik filmlerin, cinselliği keşfedişlerindeki bu eğitimsel sorunu bir yana bırakırsak, çocuğun bünyesinde yarattığı heyecanlı telaşı, eve yetişme aceleciliğini, inşallah evde kimse yoktur isimli ve henüz vizyona girmemiş kaygısını da şöyle bir düşünün.  Edindiği ve doğrudan kar amacı güttüğü son derece bariz olan, bu filmleri eve getirip, kaç defa bir türlü yalnız kalıp, bir türlü doya doya seyredemeyişindeki sabırsızlığı ve nihayet evde yalnız kaldığı durgun bir günün akşamüstünde, acımasızca karşısında bulduğu devasa erkeklik organlarının, hayali bir şekilde, sanki fantastik diyarların keşfini yapıyormuşçasına koyverilen, ya da bazen bir kolları bileklerinden hızarla kesiliyormuşçasına çığlıklarla keyiflendirdiği kadınların yapmacıklığını hiç mi ama hiç fark etmeyen çocuğun ekran karşısında dehşetle sarsılışını, belki üç belki beş kere, ince ve zayıf ellerinin yardımıyla kolayca kavradığı, daha tam olgunluğa ve büyüklüğe erişmemiş organından süzülen çaresiz menilerin, görülmemiş bir kararlılıkla ıslattığı kağıt mendilleri, gazetelerin spor, magazin ve ekonomi sayfalarını nasıl ortadan yok edeceğine dair aceleciliğini, çocuksu telaşını ve yaşanan ve beklenen bu gelişmeden sonra, tüm vücudunu ve aklını saran derin pişmanlığı da bir düşünün. Neden birden bire büyümek istediği, tam olarak anlamadığı ve aslında tam olarak anlasa dahi, asla anlatamayacağı yakıcı arzularından çarçabuk sıyrılmak istediği daha anlaşılır gözükecektir şimdi sizlere.

Bir adam düşünün. İşine sadık, sorumlu, çekirdek bir ailenin en önemli figürü gibi göründüğü halde içinde kopan fırtınalara asla dur diyemeyen, içinde kopan fırtınaların bilmem kaçıncı raddeye ulaştıkları son derece kesin kanıtlarla ortaya dökülebilecekken, hala bir tiyatro oyuncusunun, yıllarca medyamız tarafından bayraktarlığı da yapılan show must go on diyen o, talihsiz sloganına uyarcasına, dışında kötü klişe tabirle fırtına öncesi sessizliğin oyunculuğunu, bir rolü o rolü en iyi canlandırabilecek bir oyuncu titizliğiyle canlandırdığını da düşünün o adamın. Sessizliğin her tarafını kuşattığını, hatta ve hatta tüm ruhunu esir aldığını, aman vermez bir hastalık gibi inatla tüm vücudunda yayıldığını anlamak için, eve gelir gelmez pardösüsünü astığı askılığın başında tam sözü geçen pardösüyü asmadan az evvelki yüz ifadesinden ve hemen sonrasında koridordan salona giden yolda attığı esrarlı adımlardan, anlayışsız ve sitemkar olduğunu düşündüğü ve bunu her gün yeni kanıtlarla da desteklediği karısına ‘akşam yemeğinde neyin olduğunu’ soruşundan, televizyonun kumandasını, bir diktatörün, diktatör olmazdan evvel gerçekleştirdiği darbe girişimine benzeyen bir kararlılıkla ele geçirişinden  ya da bir çocuğun top benim oynatmıyorum tavrındaki bencillik benzeri duygusuz ve biraz da sinirli surat ifadesinden anlamanız için gözlerinizi bir an için bile onun üzerinden ayırmamanız gerekir. Güç bela ve gürültüyle gelen geceden sonra isteksiz girilen o karı koca yatağından, kadın tarafından edildiğini adamın sorsak yine iddia edeceği temkinsiz sözlerinden dolayı, bu kez istekli bir şekilde yataktan çıkarak terk ettikten sonra, iç odadaki, caddenin loş karanlığını gösteren bir camın önünde, yavaş ve düşünceli sigara içişini düşünün. Sözümona haklı kadının, üzerinde yeni alındığı, tabiî ki renginin parlaklığından anlaşılan pembe geceliği ve yeni alınmadığı, tabiî ki renginin solukluğundan anlaşılan pembe terlikleriyle iç odanın kapısından tahrik edici ve üzücü, kendi haklılığını savunan sözlerini, sigarasını orta ve baş parmağının üzerine ustalıkla sıkıştıran tiryakilerin yeteğiyle izmariti tam pencereden elektrik tellerine doğru fırlatırken duyan adamın, öfkeyle ve teyakkuzla, ne renk olduğu karanlıkta tam seçilemeyen pijamalarının altına kundura ayakkabılarını giyip, daha fazla dayanamacağını söyleyerek evden çıkışını ve tabiî ki bu sahnelerde mutlaka olduğu gibi kapıyı çarpışını düşünün. Az önce iç odanın penceresinden sigarasını ilk tutuşturduğu anda öylesine, ortalarına geldiği anlarda korkuyla ve tam sıpıtacağı anda karısının talihsiz sözleriyle kesildiği için hangi duyguyla seyrettiğini bilmediği, sokak lambalarının altından geçerken hayal edin adamı. Sinirli ve evden çıktığı anda sinirini yatıştırmaya çalışan kendi iç çekim merkezinin gelgitleri arasında, adımlarını attığını ve sokak lambalarının ışığının tam karşıdan gövdesine vurduğu anlarda arkasında olan gölgesinin, nasıl tam lambanın altına geldiğinde yok olduğunu, bu kez arkasında kalan ışığın, gölgenin yönünü nasıl da adamın tam da gideceği yöne doğru çevirdiğini bir an olsun, her şeyi bir kenara bırakarak, ne olur, düşünün. Yıllardır içinde taşıdığı akıl almaz sessizliğin, bir an olsun yakasını bırakmayışındaki, yakasından silkelese paçalarına yapışan kararlılığı daha anlaşılır gözükecektir sizlere.

Bir de beni düşünün. Geceleri sabahlara vardırma görevim sona ermeden gözüme uyku girmediğini, kendimi gündelik işlerden sıyırarak, kafamın içindeki esrara ve hayallere kaptırışımı, bu hayallere nasıl aldandığımı, bazen tatlı bir anlayışlılıkla bazen duvarları döven bir çaresizlikle, bazen de bayağı bir sinirle bana anlatmaya çalışan annemi nasıl dinlemediğimi ve görmezden geldiğimi. Yalancı olduğumu düşünün mulaka. İlk paragrafta perdedeki çiçek benzeri figürlerin arasına evin perdelerini takan perdeci arkadaşıma yardım için geldiğim o gün, arkadaşımı da binbir güçlükle ikna ederek yerleştirdiğim gizli kamerayla nasıl da her gün evimdeki otuz yedi ekran televizyondan röntgencilik yaptığımı, işinden yorgun argın ve biteviye bir umutsuzlukla gelen kadının bütün hallerini ezberimdeki Fatiha kadar iyi bildiğimi, o kadının önümde size göre her şeyden habersizce, bana göre arsızca soyunuşunu, önümde hızlıca sütyen değiştirişindeki beceriyi, ev temizliğindeki hamarat hallerini, köşeleri tam almayan elektrikli süpürgenin ağızlığını nasıl da profesyonelce çıkardığını ve yine nasıl alelade taktığını adımın harfleri gibi bildiğimi düşünün. İkinci paragrafta kirli paslı ve tozlu pasajın içinde nasıl da kocaman göbeğim ve yağlı saçlarımla arkadaşımdan uygun bir fiyata devraldığım sözde ikinci el telefon dükkanımın kirli ve kırık dökük çekmecelerinden çıkardığım kötü kopya ve çoğunun içine yalan yanlış cdler koyduğum pornografik filmlerle pipilerinin başka adlarının da olduğunu henüz keşfeden ergen gençleri kullanarak nasıl da yasadışı yollardan ve ahlaksızca para kazandığımı, bu da yetmezmiş gibi çocukların bir de sırtlarına bir tokat yapıştırıp seni kerata, hadi bakalım git çavuşu tokatla derken suratımın nasıl da pis bir biçimde sırıtışını, sigara içmekten yarısı sararmış yarısı çürümüş dişlerimle nasıl sırıttığımı da düşünün ve içeri, dükkana dönüp nasıl çekmeceyi yüzümde ciddi bir ifadeyle sıkıca kapayıp, kilitleyişimi de. Üçüncü paragrafta, esrarlı ve içine kapanık kocanın huysuz karısını, kendimi bir müteahhit olarak tanıtıp nasıl baştan çıkardığımı, iyi giyinip, hiç gülümsemediğim, saçlarımı da briyantinle yana taradığım zamanlar onu nasıl etkilediğimi, dişlerimi maalesef gördüğü bir günde nasıl kendimi acındırarak dişçi korkum olduğunu ve çok çikolata yemekten nasıl dişlerimin çürüdüğünü, inanılır gözükebilmek için ilk başta kendimde inanarak anlattığımı bir düşünün. Hatta kadına aldığım pembe geceliğin, içinde fırtınalar kopan kocanın ilgisizliği nedeniyle ve yine bahsi geçen koca tarafından nasıl da fark edilmediğini kıkırdayarak anlatan kadından bir makas aldıktan sonra, kalçasına vurduğum şaplağın etkisiyle kadının nasıl bir kez daha kıkırdadığını da düşünün derim. Kendimden uzaklaşmak isteğim, yalnızlığın iç bunaltan sızısının böyle hülyalı efsunlara yol açacağını söylemem şimdi, daha anlaşılır gelecektir sizlere.

Bir yalnızın, içinde kendini bulduğu bu paragrafların yazarının, hayali bir tavsiyesine uyacak kadar, gerçeklerden habersizseniz diyorum son olarak, bugün bir yalnızı durduk yere öpün, yalnız şaşkınlıkla yüzünüze bakarken, bir de gülümserseniz, siz de gerçeklerden habersiz bir öykü kahramanısınız demektir.

10 Ağustos 2012

Onu, Orada, Öylece

I -  Yaşanmamış ya da Yaşanması Muhtemel  Değil  Bir Olay

*Onu, orada, öylece kimseye haber vermeden sevmişti. Karanlığın içinde el yordamıyla, bir yandan tanıdık eşyalara dokunmak umuduyla kararsız adımlar atarken. Ulaşsa aşk sona erecekti. Eli, eline değse kıyamet kopacaktı.Bir kez öpüşseler, bir diktatöre amatör bir komlo planlanacaktı. Her yer aydınlansa, birdenbire yanan fotosel ışıkları misali, içinden değil aşk, değil sevgi, değil şefkat, birdenbire öfke fışkıracaktı.
An henüz tamamen yok olmamışken, kırmızı ojeli parmaklara sahip bir ince bir el, düğmeye uzandı.
II – Gerçekdışı Bir Nasihat ya da Belki Bir Film Karesi
*bir kadın elinin uzun ve ince parmaklarını hayal ediniz. Pürüzsüz ve maddeye anlam yüklemenize bir anda sebebiyet verecek olan, ince, narin, nazenin parmakları. bir bijuteride oyalanan ve eline geçirdiği, fahiş ya da uygun fiyatları olan, küpe, kolye ve yüzüğü tutuşundaki o ahengi. mutlaka yumuşaklığını da hayal ediniz bu anlarda. zira bu kadar narin bir elin en sadık tamamlayıcısıdır yumuşaklık. o elin, bir sigara tutuşundaki zarafetini, bıçakla peynir kesişindeki gündelik hallerini, dolmuşta para uzatırkenki aleladeliğini de hayal ediniz mutlaka. sonra kalem tutuşunu, size dokunuşunu, teninizde okyanuslar geçerken, ister istemez bir kibre kapılan ve kararsızlıktan fersah fersah uzak olan olan bir transatlantik gibi kararlı ve cüretkar gezisini, kim bilir belki de keşfini hayal ediniz. ha bir de, bütün sertliğinize dokunduğunu hayal ediniz onun, kavradığını, kavradığı andaki bir devrimin sarsılmaz istencini gösterdiği o davranışın, nasıl nasıl olupta resmi bir geçit törenini canlandırabildiğini hayal edin. asla sanatla ilişkisini kurmayınız ellerin, sanatsal bir anlatım içinde dahi yaşama aittir onlar, yaşam da fazlasıyla sekse efendim. Birden bir uyurgezerin o mahmur hallerindeki unutkanlığına kapılıp onun sanatsal bir şey olduğunu hayal ederseniz, durunuz ve düşünüz efendim, nasıl ki teninizin altından fışkıran ateş, yakarken her zerrenizi, zarif bir elin sizi sıkıca kavradığını hayal edin. erkekliğinizin yüzyılların güzelleştiremediği, evrimin bile yetersiz kaldığı her parçacığını bile, sanatsal değil de, nasıl estetik bir görünüme soktuğunu aklınıza getiriniz. şimdi bir sigara yakınız, bu hayali kurduğunuzu sessiz bir odada hayal ediniz, yani hayal ettiğinizi hayal ediniz efendim.söylemek zorundayım ki, mutlu olamayacaksınız efendim, en azından ‘şeylerden’ keyif alınız.
III – Kendiyle Çelişik Aforizma ya da Belki Gerçekliğin Kimseyle Paylaşılmaz Keşfi
*Sanırım ihanet ellerle ve ellerde başlar, eminim ihanet ellerle ve ellerde biter.

04 Ağustos 2012

Doğru

Eğri büğrü bir çizgi üzerinde, insanların düz bir doğrultuda yürüme telaşı canımı acıtıyor. Bu kabul edilebilir.  Eğri büğrü bir çizgi üzerinde insanların eğri büğrü yürüme telaşı da canımı acıtıyor. Bu kesinlikle kabul edilemez, çünkü doğruluğa endekslenmiş bir önkabulle kuşatılan zihinler, size öyleyse ‘doğru olan ne?’ diye soracaklardır. Sanırım kesin olarak açıklanamayan şeyler daha doğrudur tüm bu anlattıklarımdan. Yine de,
Sonsuza dek cevaplanamayacak bir soru bu.
Sözgelimi, türlü kuram ve düşüncelerle desteklediğimiz ya da hiçbir şeyle desteklemeyip kabul ettiğimiz hayatın, tamamıyla kontrolümüzde olduğu anlayışı yaratıyor en derin boşlukları. Çünkü bu hayat bile yanlış basamaklarla doludur. O yanlış basamaklara bastığımız an, komik ve kusurlu bir an gibi canlanıyor gözümde. Bu birinci önermenin, bende oluşturduğu telaşı da açıklıyor. Aslında umursanmaz bir durumla üzeri çok rahatça örtülen bu gerçeklik, varlığını yadsımış her insanın da gerçek bulantısıdır kanımca.
İkinci önermenin oluşturduğu absürdlüğe değinecek olursam, çeşitli kuram, kurgu ve önkabullerle yaşadığımız hayatın ‘doğruluğu’ nereden kaynaklanır ki? Son derece kaypak ve kaygan bir zemin değimlidir bu, üzerinde yürüdüğümüz. Tanrıya inanıyorsak, bu bizi tanrının varlığına götürmez örneğin, götürseydi eğer, bende o eğri büğrü çizgi üzerinde yine eğri büğrü bir yol tuttururdum kendime. Eğer yine, tanrının olmadığı gerçeği, apaçık, yadsınamaz bir biçimde belirseydi, bu kez de o o eğri büğrü yol yine tercihim olurdu. Böylesine muğlak bir konu da yine muğlak bir zeminde ve muğlak bir biçimde konuşulabilir ancak. Enikonu tartışılabilecek bir doğru yoktur yani ortada. Eski Yunan paradokslarına benzer bir yaklaşımla söyleyecek olursam asıl doğru, doğruluğun yokluğudur.
Bu yüzden çağımızda inandığımız doğruya ikna etme telaşı esir almıştır insanları. Bir görelilik üzerine kurulan şu cümle, ne kadar da yanlıştır oysa ki; ‘herkesin kendine göre doğruları var’. Bu cümlenin yanlışlığı göreliliğinden de kaynaklanmaz üstelik. Bir önkabule dayandığından kendi kendini yanlışlar o, doğruluğu bulamamış insanoğlunun, kolektif bir bilinçdışıyla ürettiği bir savunma mekanizmasıdır esasında. Tercihlerin göreliliğinden bahsedilebilir, evet. Fakat, söz konusu doğru kavramı ise, o, Einstein kızmasın ama her yerde, en büyük darbeyi karşıtından yemeye ve kendi kendini yanlışlamaya mahkumdur.
Dostoyevski diyor ya hani; ‘yanlış hayat doğru yaşanmaz’ diye, kendisine doğru hayatın ne olduğunu sorardım eğer tanısaydım. ‘doğru bir hayatın yanlış yaşanma olasılığı’ kadar gerçeklerle ilgisizdir bu söz. Bu kadar küstah bir kelime olarak ‘doğru’ bize maalesef hiçbir zaman doğru olanın tanımını vermez. Tanımını vermediği gibi muğlaklığı ve belirsizliği de kaldıramaz o.
Tüm bu sebeplerden dolayı birisi kalkıp ‘doğru olanı yap’, ‘doğru olan budur’, ‘doğru bir tanedir’ ya da ‘herkesin doğrusu kendisinde’ gibi sözler savurunca etrafa ya da bazen doğrudan yüzüme, canım acıyor.  Böylesine gerçekdışı, böylesine fantastik bir kelimeyi, bir kesinlik addetmenin zorluğundan haberdar değilse karşınızdaki kişi ya da güruh, anlatmanın zorluğu  birden beliriveriyor.
Şunu söylemeliyim herhalde son olarak: ben doğru olan hiçbir şey yapmadım bugüne kadar, zira gerçek olanın değil de, doğru olanın ne olduğundan asla emin olamadım. Tercihler yaptım ve onların getirdiklerini yaşadım.
Not: asla cevaplanamayacak diye tanımladığım bir soruyu, cevaplama gayretim de, doğru olanı arama telaşından değil, bir muğlaklık denizinde amaçsız kulaçlar atmaktan ibaret.

03 Ağustos 2012

Kırmızı Bir Kadın

Sevdiğim kırmızı bir kadın var, adı Güz gülleri gibiyim hiç bahar yaşamadım. Burdan çok uzaklarda oturuyor. Süt gibi bacakları ve haşmetli dağlar gibi kalçaları var, kalçalarının adı Etna ve Vezüv.  Onu öpüyorum rüyalarımda, onu kokluyorum. Ben öptükçe o titriyor, ben öptükçe o titrek bir mum ışığı…

İtiraf etmeliyim bugüne dek bütün otuzbirlerimi onun için çektim. Onu çok fantastik buluyorum. Hem onu fantastik bulan sadece ben değilim. Fantastik dörtlü beş kişi olmaya karar verseydi, bir referendumla beşinciliğe seçilirdi.

Bazen deniz kenarına giderim arkadaşımla, adı Türk’ün Demokrasiyle İmtihanı. Buraya yakın oturuyor. Kıllı bacakları var ve kalçaları umrumda değil.  İstediği zaman istediği bir yerdedir o. Onunla denizkenarında dertleşiriz ben ona Kadınım’ı anlatırım. İçkiyi kafasına yavaşça dikiyor, birden çekiyorsa dudaklarından, şişenin ağzını, sıkıldığını anlarım. İki ganyan muhabbeti, üç gezilen yerlere düzülen methiyeden sonra tekrar O’ndan söz ederim. Tekrar Sıkılır.

Adı bir İskandinav ülkesinin denize bakan tarafı!

Sonra bir de ben varımdır. Adım Evlenince kırmızı koltuk alalım mı?. Burda oturuyorum. Her şeyi merak ederim, her şeye düşkünüm, dönemsel zevklerim ve dönemsel isimlerim ve cisimlerim vardır. İhanete meyilliyim. Anlayışsız ve tembelim. Egom çok yüksek ve aynalarda kendimi seyretmekten çok hoşlanırım. Bilgimle karşımdakini ezerim ve kendime bağlı kılarım. Paylaşmayı pek sevmem önemsiz şeylere çok anlam yüklediğim halde önemli şeyleri hep gözden kaçırırım. Kimseyi sevmem, sevemem ve aslında kimsenin sevgisini de hak etmiyorum. İsimleri, yüzleri özellikleri, sözleri resimleri aklıma kazır ve bunları çok zor unuturum. Tarihleri hemen unuturum. Hep bir kısır döngüde kendimi tekrarlarım. Kendi geleceğimi çevremdekilerden daha fazla düşünmem. Ya da sadece düşünürüm bunun için hiçbir şey yapmam kuvvetsiz bir iradem vardır. Hep başka bir hayatın hayalini kurarım ama başka bir hayatım olsa bile başka bir hayatın hayalini kuracağımı bildiğimden bütün başka hayatların hayallerini şimdiden kurarım. Sinirlenince çok hızlı kalp kırarım. Çok yavaş gönül alırım, özür dilemeyi bilemem. Asla açıklayamacağım bazı şeyler için devamlı pişmanlık duyarım. Bazı şeylere gücüm yetmediği için yakınırım sonra Allah’a yalvarırım. Güzel konuşur, güzel yazarım, yalan söylemeyi hep kotarmışımdır.  Yani en önemlisi çok bencilimdir. Doğrusu ahlaksızımdır. Konuyla alakasızımdır. Köpekleri çok severim.

Uzaklarda oturan o kadın yoktur. Hiç olmamıştır. Kirpikleri hiçbir zaman güzel değildir, herhangi bir muhtarlıkta kaydı yoktur. Hiç ikametgah almamıştır. Vesikalık resmi yoktur. Hiç sevmemiştir, dolayısıyla kalbi pek az kırılmış duyguları pek az gelişmiştir. Olsun hiç terk olunmamıştır. Maaş problemi yoktur, Kpss’ye hiç başvurmadı. Bir kere bile Kurtcebe Alptemocin diyemedi çünkü dudakları yok, olsa dahi dili damağı yok. Telefonu yok, olsa açmazdı. Kimseye numarasını vermezdi. Çok güzel yemek yapardı. Ölü bir ruhtan yemek tarifleri isimli bir kitap çıkarmayı aklından geçirirdi bir gün, eğer otobüsün camından bakıp, mp3’ünden müzik dinleseydi. Seks yapardı ama önce aşık olurdu. Ya da seks yapardı ama sonra aşık olurdu. Deniz ürünlerini çok severdi, isterse bir kadın isterse bir anne olurdu. Hiçbir şeyi ciddiye almıyor gibi görünüp her şeyi ciddiye alırdı her şeyi ciddiye alıyor gibi görünüp hiçbir şeyi ciddiye almazdı. Ucuz alışverişin yollarını arardı.

Sevdiğim kırmızı bir kadın var. Adı Topuklu giyince çok seksi olurum. İtiraf ediyorum ben bugüne kadar bütün otuzbirlerimi… Elleri ucuz plastikten. Memeleri erik dalları gibi. İlkbaharın ilk çiçekleri gibi kasıkları. Rüyamda hep onu görürüm, koklarım vernel kokulu kasıklarını, ben kokladıkça o titrer ben kokladıkça o kolalanmış bir gömleğin soluk yakası..

Adı; Her an şarjım bitebilir, biterse endişelenme olur mu?. O da bir intiharın eşiğinde, bir intiharın basamağında durmuş otomatik kapının çarpabileceğine dair bir uyarıya dikmiş gözlerini. Çok içince böyle olur hep, banyo fayanslarında maç skorları görür. Tanımadan nefret edenlere bi aforizma da o üfürür.  Sonra ben biraz O’ndan bahis aça aça yürürüm, bahisler kapandı der sırıtır. Elleri derim elleri bir memleketin sınır boyları, arkadaşım sıkılır. Herkes sıkılır.

 Adı oğlunu yiyen kronos.