23 Eylül 2010

kozmik hardcore

bedenim sarmaşık saçlı kadınları
ruhum sırnaşık bir melankoliyi
zihnim ardışık kelimeleri
benliğim bu karmaşık seramoniyi
canlarını acıtarak delicesine sikiyor.

ve ben buna kesinlikle
hardcore diyorum!..

21 Eylül 2010

Murat

"90'lı yılların başı. soğuk günlerde anlam veremediğimiz bir kömür kokusu duyuyoruz. küçük şortlarımız, gömleklerimiz, pantolonlarımız var. henüz uzun uzadıya hayaller kurmuyoruz. problemler oyuncak boyutunda ortaya çıkıyor. madeni paraların verdiği mutluluğa hiçbir kağıt para, hiçbir tomar erişememiş. babamıza 'senin yüzünde saçlar var ama bende neden yok' diyerek aile efradında gülme efekti oluşturabiliyoruz. sıcak günlerde kelebekler artistik hareket peşindeler. bizim için oyun oynamak tanrısal bir hediye, muazzam bir zevk kaynağı. mahallemiz kalabalık. oyun oynamak için bolca arkadaşımız, yaşıtımız mevcut. bir iki yaşa yansıyan büyüklük ve küçüklükleri görmezden geliyoruz. 

işte bu atmosferle kuşatılan bir günde mutlak bir mutluluk içerisinde oynarken kamyonlarımız ve dozerlerimizle, yanımıza yaklaşıyor mahallemize yeni taşınan utangaç ama bir o kadarda aidiyet duygusuna hevesli murat.biz görmezden geliyoruz. yok olmaz diyoruz, sen gelme. diğerleri de iştirak ediyor bu söyleme.. murat duraksayan adımlarla kaldırım üzerinde yer alan beyaz taşa oturuyor, içli içli ama feryatsız ağlıyor. öyle olgun bir tavırla ağlıyor ki, murat'a edebi bir anlam yüklemek işten değil. 

annem tesadüfen yoldan geçerken murat'ı görüyor, yanına yaklaşıyor. murat sessiz, ne oldu diyor. bir mırıltı gibi itiraf ediyor anneme, acımasızlığımızı. annem beni usulca kenara çekiyor, arkadaşlarım uzakta bu çağrıya anlam atfetmeksizin oyunlarına devam ediyorlar. 

kulağıma asılıyor annem, öyle bir asılıyor ki, kulağımın kafatasımdan ayrılacağını hissettiriyor bir anlığına duyduğum sesler. annem asılıyor, ben acıyla kıvranıyorum. neredeyse ağlayacağım. kulağıma şiddetle asılan eline karşın, hiç de şiddet içermeyen tanrısal bir ifadeyle ağzından çıkıyor sözler, annemin gözleri şefkatli ama yüzünde gülümsemeden eser yok. muazzam bir ciddiyet. diyor ki o şefkatli sesiyle; oğlum, kimseye sırtını dönmeyeceksin!.

tekrarlıyor ellerini kulaklarımdan çekmeyen tanrım; anladın mı? kimseye sırtını dönmeyeceksin! anladım diyorum ve kulağımdan çekiyor elini, öyle muazzam bir acı, öylesine sıcak ki kulağım, anladım kelimesi ruhuma kazınıyor. 

murat'ı yanımıza alıyoruz, akşama kadar oynuyoruz. murat çok mutlu. gözlerindeki yaşların, dozeriyle kamyonuna kum doldurduğu adama pusula olacağından habersiz, alabildiğine gülümsüyor. murat'la çok iyi arkadaş oluyoruz, artık sürekli birbirimizin kamyonuna kum dolduruyoruz. murat ve ailesi bir buçuk sene sonra mahallemizden taşınıyorlar. bir daha onu göremiyorum."

yıllar geçti, büyüdüm. pantolonlarımın boyu uzadı, kelebekler'in bir gün yaşadığını öğrendim, üzüldüm. benim de suratımda babamınki gibi saçlar çıktı. babam öldü. madeni paraları dolmuş parası denkleştirmek için kullanmaya başladım. hayatımda ister istemez bir çok şey değişti, değişmek zorunda bırakıldı. 

arkadaşlarımı, sevgililerimi, sevdiğim kimseyi bırakamadım, terkedemedim, onlara sırtımı dönemedim. otobüse hep ben bindirdim onları, gittiğimi görmelerini istemedim. ayrılırken en son ben sarıldım, gitmelerini bekledim, yürüyüp uzaklaşmayı yediremedim kendime, bazen gizlice bir köşeden gidişlerini izledim. verdiğim söze saygısızlık olarak gördüm gitmeyi. bazen beni çok üzdüler, yine de tamam ulan dedim gel. affetmeyi intikam saydım.. giden sevgililerimi öldürdüm hep, içimde taciz ettim onları, tenhalarda sıkıştırdım tecavüz ettim, her yerlerinden bıçakladım, tecavüzcü coşkun oldum. içimdeki saraylara cesetlerini gömdüm, sonra o sarayları da üstlerine yıktım. ama aradıklarında 'nasılsın, senin için ne yapabilirim' cümlesini ikram ettim onlara. verdiğim söze sadık kalmalıydım. tanrım beni yargılardı sonra. kulaklarım acırdı. gitmeye karar verdiklerinde yanıma çağırdım onları dedim ki; kimseye sırtını dönmeyeceksin!. onlar murat'ı oyuna almadılar. 

oysa murat oyuna alınacak tek kişiydi belki de. sanatçı gibi bir hali vardı. o taşın üzerine oturup sessiz ağlayışı, diğerlerinden farklıydı. anneme derdini anlatmaması diğerlerinden farklıydı. o zamanlar hep çığırtkan ağlardı çocuklar.. ve murat bana, aydınlanmanın, kant'ın, voltaire'in öğretemediği bir çok şey öğretti o sessiz ağlamasıyla.. şimdi nerdedir, hangi şehrin karanlığında ne haldedir bilemiyorum. ona sarılıp sessiz sessiz ağlamak istediğimi biliyorum sadece. selam olsun sana, kısa pantolonlu, koca yürekli çocuk!.. nerelerdesin bilemem ama kalibimde evin sağlam, depremler yıkamaz.. 

anneme bakıyorum, o yoksul kadına, bana hayatta üniversitelerin öğretemediği ne çok şey öğretmiş.. sessizce ağlamayı, ve kimseye sırtımı dönmemeyi öğretmiş.. selam olsun sana da, takma dişli kadın!. 

ne zaman gitmeye kalksam bi yerden bi yere, birinden birine,  kulağım öyle bir sızlıyor ki, oturuyorum yerime. ve anlıyorum ki, ben aslında 'benden gidildikçe' güzelleşiyorum.

ve bazen yolda yürürken ellerim ceplerimde, düşünce bu hikaye zihnime bir de cümle düşüyor dilime; 

"O gün" diyorum "Annem benim tanrımsa, Murat kesinlikle peygamberimdi..."


19 Eylül 2010

Oskar Matzerath

hanfendi, neden böyle müşkül-pesent bir haliniz var?.. bakışlarınız hangi şehrin altyapı sorunundan besleniyor ki siz böyle umarsız bir edayla gülümsüyorsunuz kimsesiz çocuk bakışlı sevdalara.. güzelliğinizi dört başı mamur belleyip, kendiniz için bir mastürbasyon alanı haline getirdiğiniz çok belli. sanırım arkadaşlarınızla 'kırılma' seansalrına katılıyorsunuz. çıtırsınız ya, en olmadı kırılırsınız bence, bu sizin son kozunuz gibi duruyor. hanfendi, neden bu kadar limited'siniz. zamanın uçup gidiciliği size bir şey ifade ediyor mu? yoksa siz ifade özgürlüğünüzü girdiğiniz her ortamda 'ay ne kadar güzelim bugün' cümlesiyle mi elden çıkarıyorsunuz!. güçsüzlüğün en edebi yanlarını, güçsüzlüğün aslında güç olduğunu anlamayacak kadar geri zekalı mısınız? zeka sizce matematik problemleri çözerken gösterdiğimiz çaba ve başarıya mı oranlanır?.. siz yalnızlığın patolojik  yönlerini göremeyecek kadar Prime-Time'sınız. bir insanın yüz ifadesinde sakladığı cümleleri, üzünç hallerini, boşlukları göremeyecek kadar mevsim-normallerisiniz.çoğu zaman sevgililerinize karşı, balkanlardan gelen soğuk hava dalgası'sınız. alçak basınç alanlarında bekaret mi kaybedersiniz? 'evlenene kadar olmaz' diyecek kadar anonim mi yaklaşırsınız dinozor adamlara? bütün görkemine karşın batan Titanik'ten haberdar mısınız? Yoksa sadece filminde bahsi geçen osuruk aşk hikayesine mi vurgunsunuz?

kalbimi kırmaktan bahsediyorsunuz. bu halinizle kalbimi kırmaktan bahsetmeniz, öylesine gülme efekti ki, size ancak yeniyetmelere fırlattığım gülücüğü fırlatacağım. lüks arabaların markalarını ne çabuk ezberlediniz, arka tamponunuzda hasar olması muhtemel, motor çok fazla kilometre yol yapmış olabilir, rot balans ayarına en yakın zamanda ihtiyaç var gibi görünüyor. kaç gecenin sabahında bir meta olarak alındığınız arabalardan yine bir meta olarak indirildiniz? oysa topuklarınızı o adamın kalbine batırdığınızı düşünmüştünüz. hanfendi, o adamların kalpleri yoktur, sikleri vardır. küfrün bana yakışmadığını söylüyorsunuz, oysa olur mu hanfendi küfür en çok bana yakışır. biz kelimelerle oynaşırız, ben kitapların satır aralarında onların külotlarını indiririm, coşkun orgazmlar yaşarız, niagara oluruz. ben onların bütün anlamlarını ağzıma alırım, hem bazen üçlü yaparız, kahve, sigara, kitap. güzel olur, size de tavsiye ederim. siz hangi civarlarda üçlü yaparsınız bilemem, ahlakınıza kuş kondurmazsınız, bilirim..

hanfendi, neden böyle kapitalist şirketler gibi bir haliniz var? retro-modern kavramından haberdar mısınız? üçgen peynir misali sos mu yaparsınız bacak aranızı zengin patronlarınıza. ah oysaki siz bilmezsiniz, o adamlar meta'ya taparlar, memeleriniz meta onlar için, kalçalarınız meta, üçgen peyniriniz meta, saçlarınız, gözleriniz. oysa bizim gibi kayıp adamlar şiir gibi görürler tüm bunları. kalbimi kıramazsınız demiştim ya, nedeni biraz da bu. en fazla ben sizin kalbinizi kırarım. çünkü biz Oskar Matzerath'ız, biz ruhumuzu küçük tuttuk, annemiz büyük alalım seneye de giyersin derken hep bedenimizi kastetti çünkü.

hanfendi, neden böyle ağlamaklı bir haliniz var? söylediklerimin çok ağır olduğunu düşünüyorsunuz muhtemelen. tamam hadi kalbimizi kırın, bize acı sözler söyleyin, biz onlar üzerine yepyeni şiirler, yepyeni yazılar inşa edelim, mühendis titizliğiyle çalışalım. kalbimiz yıprandıkça yazıyoruz biz, ilginç değil mi? sizin gibi mutluluğa tapınan insanların anlaması elbette beklenemez. hadi kalbimi kırın hanfendi, olmuyor sanırım, çünkü siz kalbimi kıramayacak kadar mevsim normalleri'siniz, ruhumda bir gedik açıp beni yepyeni edebi denizlere gönderemeyecek kadar, limited şirket'siniz.. dudaklarımla kaç memeye kaç dize karaladığımdan haberdar olamayacak kadar prime-time'sınız. marka ve değer kavramları arasında sıkışıp kaldığınızdan bu yazıda yazanları anlamayacak kadar çok satan'sınız.

hanfendi, hanfendi!..
böyle hışımla nereye gidiyorsunuz?..

15 Eylül 2010

Mephisto

saçların dalgalandı,
soluğun dalgalandı
nefes nefese sevdim seni
sabaha karşı
ve sabaha kadar
ellerin utangaçtı başta
sonra sen bile anlamadan,
yüzyıllık orospu oldular.

yüzün dalgalandı
yüzün dalgakırandı
dudaklarımla sol memene
bir dize karaladım
memelerin utangaçtı başta
ki ben mephisto'ydum artık
duramazdım bacaklarını araladım

bacakların dalgalandı
kasıkların falan filandı
oranda buranda gezindim
göğsün havalandı.
ben mi kadındım sen mi erkek
belli değildi artık
sirke keskin değildi
ama yine de küpüne zarardı.

bedenin dalgalandı
ruhun kırılgandı
'serseri' dedin,
çektin vücuduma sarıldın
ellerin utangaçtı başta
yüzyıllık orospu oldular
'herşey' dedin 'bir yanılsama'
çektin öptün dudaklarımı
'yerlere baksana!' dedin.
baktım yerlere
etraf bana benzeyen çocuklardı.

Dante's Inferno

şimdi ellerinde farklı farklı çiçeklerden bir demet, hemen bir alt sokaktaki çiçekçiye yaptırdığın çok belli. sorun değil. gözlerinde biraz şefkate çalan, biraz umut isteyen, birazda yapılan hatalardan dolayı af dileyen, pişmanlık örtüsüyle kaplanmış bir bakış var. dillerinde yeni öğrendiğin, beni etkilemek için belki de kitaplardan özenle seçtiğin cümleler var. bense kapıyı yarı uykulu açmıştım sana, ancak karşımda seni görünce apar topar savuşturdum uykusuzluğumu ve gözlerine diktim gözlerimi, utanarak, oysa utanması gereken sendin.. biraz gülümsesem boynuma atlayacak gibisin.. içeri alıyorum seni, soğuk konuşuyorum, çay mı? diyorum. 'evet' kelimesi bir mırıltı gibi çıkıyor ağzından. bunu beklemiyordun. hayır, bunu bilseydin gelmezdin hatta. ama şimdi öylece kalkıp gidemiyorsun, belki de bu yeni bir hata olabilir diyerek oturuyorsun olduğun koltuğa, mimlendin sanki, sanki isayı çarmıha çivileyen Romalılar, seni de o koltuğa çivilediler. böyle hissediyorsun..

ben mutfakta çay demlemekle meşgulum. mutfak pis. yerlerde bir iki böcek. zihin dünyam mutfaktan farksız. kafamın içinde böcekler dolaşıyor, ve şimdi de sen. neden geri geldin? ne getirmiş olabilir seni geriye, bu pis daireye? belki de bu evde yaşadığımız ayrıntıları hatırlamaya geldin diyorum kendi kendime, sonra hayır diyorum bu kadar basit olamaz. ve sonra anlıyorum ki, ilişkilerde biri diğeri için her zaman ayrıntıdır. anılara sadakatle bağlanırken kişiler, o anıların müsebbibini unutma eğilimi içindedirler. evet evet, tamam işte bu. bunu düşününce senden iğreniyorum. ama yine de çayına bir madde katmayacağım. bugün iyi uyandım.

yanına gelip çayını uzattığım anda hala tedirginsin. hala gözlerinde umut kırıntıları var. rahat harketlerle karşına geçiyorum, sehpanın üzerinden aldığım sigara paketinden çok yavaş hareketlerle bir sigara çıkarıyorum, sigara paketini sehpaya koyarken aynı yerden zippomu alıyor ve sigaramı tutuşturyorum. ve belki de ikimize dair bir çok şeyi de o an tutuşturuyorum. sen henüz farkında değilsin..

sigaramdan uzun bir nefes çekiyorum içime, dumanını üflediğimde söze girmeyi planlıyorum. anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki içimde, kusmam gereken nefretim, çok az kalan şefkatim, sensiz gecelerde yaşadığım uykusuz saatler, sabah ezanlarının can acıtan tınısı, rüyalarımı tekelleştirmen, acaba başka bir adamla mı, diye içime sağanaklar bırakan kıskançlık bulutları, sevgi, aşk kavramları üzerine derince yaptığım araştırmalar, vardığım sonuçlar, çözümlemeler, senin kuş beyinli olduğunu düşünmem, ihtimaller dahilinde herkesin orospu ve yine ihtimaller dahilinde herkesin orospu çocuğu olduğuna ilişkin hastalıklı düşüncelerim, sadakatin edebiyatın küflü satırlarında doğmuş ve orada can verecek bir tür organizma olduğuna dair kehanetlerim.. ve bunlar gibi çoğu sürreel, bir kısmı yalnızlığımla içli, dışlı bir çok konu. ve dumanı üflüyorum, son duman zerresi de çıkarken ağzımdan, karışırken bok kokulu dairemin son derece kirli salonuna diyorum ki;

-sanat, iki kişinin aynı olguda farklı yönleri görmesi meselesidir.

yok yok, hayır. bunu düşünmedim. söylemek istediğim şey bu değildi. ve evet, seninde duymak istediğin cümle bu değildi. nerden çıktı şimdi bu cümle? bilinçdışıma ittiğim herşey böyle olur olmaz zamanlarda karşıma çıkmak zorunda mı sanki? biraz tedirgin oldun, ellerin titremeye başladı, bunu elinde tuttuğun çay fincanından anlamak zor değil. gözlerinde fırtına öncesi sessizlikler var. ve benim korkularım yarın sürmanşetten yer bulacak kendine eminim, şu söylediğim cümle, dış basında yankı bulacak, telefonla bağlantı talepleri olacak, konferanslara katılacağım.. belki de ünlü birisi olacak belli bir döneme damgamı vuracağım. belki de bu boklu dairemde sessizce yaşamaya devam edeceğim. bundan şikayetçi değilim. bilirsin, farklı yönleri görme meselesi..

sen binbir türlü kafa karışıklığıyla geldiğin bu dairen tam on beş dakika sonra, çok daha fazla kafa karışıklığıyla çıkacaksın. çıkarken seni öpmeyeceğim. sarılırsan karşılık verebilirim ama öpmeyeceğim. ve daha ben dairenin kapısını kapattığım anda, gözlerinde fırtına başlayacak, saklayamayacaksın, ilk defa saklamak istemeyeceksin.. bir yerlere sığınmak isteyeceksin, zor geliyor sana bu durum, ağır geliyor, hayır hayır, bu kadarını da haketmediğini düşünüyorsun, evet sadece hatalar yaptın, ama bu şekilde son bulması gerekmezdi. kafanda kurguladığın şu buluşmanın, alelade yapılmış bir çay, ve tek bir cümleyle son bulması ne kadar acı! ellerin ellerimin hayalini kurmuştu oysaki, şimdi ne yapacak onlar diyorsun. senin ellerinden başka bir tane daha yok diyorsun. sızlanıyorsun. hemen arkadaşlarını aramak zorunda hissediyorsun kendini, rehberini kurcalıyorsun evet, isimler akıp gidiyor, yok diyorsun o beni dinlemez, yok bu dinler ama anlamaz, bunun işi vardır. yalnız kalman gerektiğini anlıyorsun. gidip bir inşaatta ağlamalısın bence, sanat buna denir, birilerinin yanında ağlamak son derece teşhir değil mi?

ve uykusuz gecelerle boğuşuyorsun, günler akşama varmıyor. uzak şehirler aklında, şairlere sığınıyorsun. acın katlanıyor, sabah ezanları can yakmaya başlıyor artık. oysa önceden böyle değildi bu durum. neden böyle olduğuna anlam veremiyorsun. çıldıracak gibi oluyorsun, neyse ki dolapta rakı bulunduruyorsun. akıl sağlığını böyle koruyorsun. zayıfladın, ölmek üzeresin, göz yağmurların dindi. artık gözlerin olarak değil, bütün bedenin olarak ağlıyorsun, ellerin ağlıyor, bacakların, memelerin, bakışların, sesin ağlıyor. duyan var mı? ben sanırım biraz duyuyorum..

eski resimlerimizi bulmak için karıştırdığında buluyorsun hayatın çok zor olmayan şifresini. tozlanmış kolilerin en altında sana daha ilk günümüzde vermiş olduğum, ilk sayfasına üstünkörü bir şiir karalamış olduğum kitabı buluyorsun. açıyorsun sayfalarını tek tek, kokluyorsun. ilk sayfadaki şiiri okuyorsun, anlamsız bir şiir sanki, öyle düşünüyorsun, ne demek istedi burda diyorsun.. oysa nasıl demek istedi demen gerekiyordu. kitabı eviriyorsun çeviriyorsun, ismine bakmayı unutmuşsun, güzel bir baskı, bin dokuz yüz doksan üç basımı, İstanbul'da basılmış, ve büyük harfle 'Yalnızız' yazılmış, altında ne yazıyor diye bakıyorsun, gördüğün isim 'Peyami Safa..'

11 Eylül 2010

heartbreak hotel

sigaramı söndürürken
önceki gün içilmiş bir kahvenin fincanında
gözlerimde kimselerin duymamış
olduğu, kimsenin görmemiş olduğu
bakışlarla düştüm
sensizliğin çıkmaz sokağına..

bakışlarımı gördüler ya,
o saatte sen gözümden düştün

saat tam olarak kaçtı hatırlamıyorum
pikapta bob dylan
dont think twice it's allright diyordu
ve anladım ki sensizliğin
çıkmaz sokaklarında elleri
ceplerinde dolaşan başka adamlarda var
onlarda ben kadar hüzünlü
ben kadar acıya tutkun
ben kadar pezevenk ve ben kadar orospu

bunu farkettim ya,
birden o saatte sohbetimden düştün.

ellerim kanıyordu sonra
velev ki yalan söylüyorum ne önemi var
ellerim kanıyordu sanatsaldı
ayrılık dedikleri böyle olmalıydı
küfürler olmalıydı, sitem olmalıydı
ve sensizliğin çıkmaz sokaklarında anladım ki
senin kalbin bir önceki sevdanın
uzun yollarında keskin virajları alamamıştı
ve bir sigara yaktım

ve birden esrarengizdir
sigaramdan düştün..

acıyan yerlerin olmuştur, yaraların olmuştur
kesik parmakların olmuştur.
merak etme işeyen bir sik bulunur
ben alevde yürürüm de susadım demem
bilirsin bazı günler
yalınayak dolaşır şarkı sölerim ben

ve sen o esnada büyük bir ihtimalle
kalbimden düştün.

şarkı değişiyordu pikapta
tori amos me and a gun diyordu
elimde bir rakı bardağı
evet evet bildiğin rakı, şahsiyetine
hayranlık beslediğim rakı.
ve sensizliğin çıkmaz sokaklarında
yere atılan bir rakı bardağısın sen

o saatlerde sen son şarkıdan düştün

ben ambulansı aradım,
kaza süsü verdiğim bir intihar var diyerek
bir de polisi aradım..

pikapta yanılmıyorsam
elvis'ten heartbreak hotel çalıyordu.

09 Eylül 2010

garson!

dünya tek renk mi bu gece? ellerimiz neden karıncalanıyor? biten bir bira bardağına uzanmış yattığımız için mi bu yarım bırakılmışlık hissi. tekdüze kayboluşlar yaşamalıyız bu gece, kimse bulamamalı bizi. telefonları kapatmalıyız, özümüzü yadsımalıyız bu gece. dünya rengarenk mi bu gece, sen hangi perspektiften bakıyorsun bana sevgilim?

kolay değil ki, geceleri susturmak içindeki orkestrayı. kulaklarında çınlarken kaybettiğin sesler, birden kusma isteği duyuyorsun canım. hayallerini kusmak, umutlarını kusmak, sevgililerini kusmak, dostlarını kusmak, ömrünü kusmak. ama canım, miden o kadarda bulanmıyor, bir caz müziği gibi belki de yine gelip geçiyor o bulantı, zaten kussak rahatlayacağız..

babamız nerde şimdi? hangi yitik toprağın, hangi bitik böcekleriyle muhatap. biz nerdeyiz, yarışıyorum ki bu gece onun yanına gitmeye, bir kadeh daha söylüyorum. ellerimde kadehler paramparça, gözlerimde ateşli hummalar, etrafımda psikolojik destek arkadaşlar. oysa ben, oysa ben sevgilim....

şimdi göz çukurlarımda hangi sevgilililerin süspansiyon ayarı bozulur, bilemem. hangi aşka rot-balans yaparım, bu kasisli yaşantımda bilemem. oysa ben, oysa ben sevgilim.. ben susarım bilirsin..

teferruat diyorum ben tüm bunlara, bahaneler diyorum, vallahi de billahi de orospuluk diyorum, düpedüz kaltaklık diyorum. dünyanın rengarekliğinde bana düzenbaz muamelesi yapıyorlar, oysa bende herkes kadar palyaçoyum sadece, herkes kadar. oysa ben, oysa ben sevgilim.. sen beni nerden bileceksin..

bu gece neden dünya bu kadar aruz ölçüsü? neden bu kadar freddy bu ayrılıklar? neden okeye dördüncü ararken harcadığımz çaba kadar çaba harcamıyoruz yitip giden şeylere? ben bilirim tüm cevapları, ama susarım sevgilim.. susarım ama su verecek bir bedbaht arkadaşım bile kalmadı çevremde..

vefa nedir ki? vefa nedir? sen kelimelerin sözlük anlamlarından haberdar mısın sevgilim.. yüreğim kıyma makinelerinden geçerken, sen kıyma bana sevgilim, yok yok ben ağlamayı beceremem, yok vallahi ben yalvarmayı beceremem. o yüzden kızma bana şimdi. ben şu anda en sanatsal unsurum bu şehirde, belki sevgilim, belki en fazla bir kaç saatliğine, oysa sen, oysa sen sevgilim, sanat nedir düşünür müsün hiç?

toplu mezarlarda ara beni, göçük altlarında ara, sel felaketlerinde ara beni sevgilim. duraklarda ara beni, yorgan altlarında ara, ama beni arama sevgilim, beni ne olur bir daha arama..

garson!

kadehi doldur.. Garson'un adı; ..........

07 Eylül 2010

ding an sich

sen gülümsediğinde, ben bir usturlabın ucunda olurdum. ve sevişirken kaderimizin fasit dairesinde ben muhakkak senin sesinde uyurdum o sevişmelerin sonunda. nolursa ondan sonra olurdu, ateş kırmızısı mektuplar okuturdum sana çekmecemden çıkartıp, eski birkaç resim gösterirdim. bir silah dayardım alnına, tetiği sen çekerdin..

sen gülümsediğinde, olmayan gamzelerinde seyahate çıkardım ben. naftalin kokuları duyardım kasıklarından. oralara doğru sürerdim atımı. vücudunda serüvenlere çıkmaktan hoşlanırdım. sen rüzgar gibi konuşurdun, okyanus gibi bakardın. gözlerin gibi karanlıktı denizler, gözlerin gibi karanlık ve uzak. sen buna rağmen o denizlerden korkardın.. ve sanırdın ki; güzelliğimin dört başı mamur. oysa biz hiç sevmezdik, ayrılığın durağında apar topar inenleri.

sen gülümsediğinde ben belindeki gamzelerde çoktan korunaklı çadırlar açmış olurdum. üç oda bir salon hayallerine şemsiye olurdum, korunaklı limanlarda aşkımıza sponsor arardım.. oysa senin bilumum kayıtsızlığın da aşık olunacak ender yönlerden biriydi kanımca. sonra ben Demokles'in kılıcı gibi çıkartır, organımı sallardım sana. yüzünden esrik gülümsemeler gitmez, alaycı ses tonunu ciddi yüz ifadenle çeliştirir, beni muallak bir kafa karışıklığıyla seviştirirdin.. 

sen gülümsediğinde benim aklıma hangi kelimelerin düştüğünden habersiz, düşüncende gezintilere çıkardın. ben kelimelerden kalpler yapar, olmayan sevdaları süsler, paketler vitrine koyardım. yalnızlığımı teşhir ederdim. hayır, kalbim pazarlık kabul etmezdi. hayır, kalbim aşkları takside bölmezdi. hayır, kalbim kimsenin yalnızlığından komisyon almazdı. sen kelimelerden habersiz, mutlak gerçeklikler civarında bir evde otururdun. orda kimse iki kere ikinin beş ettiğini iddia edemezdi, bir üçgenin iç açılarının toplamı evrensel yasalara bağlıydı. 

sen gülümsediğinde ben fantazma denizinde kulaçlar atmaya başlardım. ellerimde utangaç parmaklar, parmaklarımda aslından habersiz tırnaklar.. senin analizlerin kendi içine düşen cam kırıklarını toplamaktan ibaretti. senin sevdaların lam ve lamelle aynı terminolojide yer alırdı. sen öpüşleri oda sıcaklığında saklamak taraftarıydın, bunu gittiğin her konferansta savunurdun.. 

sen gülümsediğinde, ben asırlar öncesinde yazılmış bir romanın ilk cümlesi olurdum.  

03 Eylül 2010

artçı şok

ağlamam için vurmuyorlar mı
o şaplağı kıçıma.

o zaman söyler misin bebeğim
ben bu dünyadan
nasıl gülerek gideyim?

bu akşam..

ben zaten bunun olacağını biliyordum.
ağlamam için vurduklarında kıçıma şaplağı
ki ben o esnada baş aşağı duruyordum.

ben zaten bunun olacağını en başından biliyordum
sensizken aciz olduğumu ben kimseye söylemedim sende söyleme
bu da oldu işte, bu akşam overdose'dan ölüyordum.. 

ki ben o esnada yine baş aşağı duruyordum.

uyanmam için vurduklarında yüzüme şaplağı
ben ısrarla acılarıma uyanmıyordum..
ki ben o esnada farklı bir dünyaya inanmıyordum..

ithaf

Bana ithaf edilen bir yazı. Teşekkür ederim Dilsizkalem...

01 Eylül 2010

karbonmonoksit

çocukluğumun
bursa'sında karbonmonoksit
kokmaya başlayınca
oturduğumuz mahalle
ben ertesi gün
kar yağacağını anlardım.

ve o mahalllelerde yaptığımız
futbol maçlarından birinde
kulağıma eğilip
bir gün seni seveceğimi
söylese birisi
ben büyük ihtimalle
topu direğe nişanlardım..