25 Şubat 2010

akıyor tüm bilinçler birinden diğerine

sıfırın altında hayaller. buz tutan sevinç gözyaşları. sümükleri akan bir yalnızlık bu akşam. gözlerinin feri kaçmış, gırtlağında sözcükleri düğümlemiş bir kadın eli. saçı başı dağınık, orgazm sigarası tadında içilen bi sürü sigara. teferruattan arınmış bir şiddet, içerdeki huzura uzaktan el sallamak gibi bu akşam.

ve bu akşam nedense havada bişeyler var, hava bişey gibi. taa iskoçya'lardan sesler duyuyorum. gökyüzünden ayaklarımı sarkıtıyorum dünyaya. esrarkeş sevgililerin gözlerindeki ateşli humma, zihnimdeki gereksiz hücre işgallari. ve bilincin akışı, öyle akışı, öyle, kırmızı gibi bişey var sanki yol ortasında.

yara izi olan bir surat, bir trafik kazası, muazzam birşey bu. kırmızı ışıkta duran yeniyetme sevdalar, yeşilde korna sesleri. hızlı kalkışlar beraberinde. uzakta tıngır mıngır bir ses, bi kadın erkeğine sarılıyor, bi adam kolye takıyor sevgilisine, aynaya bakıyor sevgilisi, belki de sevgili olmayan bir sevgili. belki de sevgili taklidi yapan bir timsahtır.

bu akşam cesur bir barmen, araya girerek kalabalığımdan sıyırıyor beni. kaplumbağalarla ilgili bi hikaye anlatmakta. dinlemiyorum. çok uzakta bir kadın yine süzüyor beni, beni bilmiyor oysa. bilmekte istemiyor gibi. son kullanma tarihimden önce tüketmek istiyor sanki çok az kalan bişeyleri.

sigara küllerinden yapılan kaleler bu akşam. tersi yüzü belirsiz bir metin. bir ölüm sonra. iç sızısı var, yok gibi. ağlamak hiç yok çoktan beri. bu akşam nefertiti gözlerini mısır'dan bana dikmiş gibi..

italyanca sözcüklerim eksik gibi bu akşam. saygınlığını kaybetmiş bir orospu gibi düşüncelerim. her göte parmak atan bir soytarı fikirlerim. bu akşam bi bulantı, bi melankoli, bu akşam, kusma isteği.

dünya üstüme boşalıyor bu akşam, bembeyaz heryerim. ve bir şehrin en yalnız kişisi, curcunalı mekanların önünde bir dilenci bu akşam. sümüklerini silen yok, ağlamaya takatsiz.

ve anlattıkça o boktan hikayesini, deliriyor sanki gözleri.

susuyoruz ya, o da o yüzden çok sevdi bizi..

22 Şubat 2010

Bir Mutluluk Diyarı

Mahalleler yokuşlara kurulmuş, insanlar kapı önü hayatlara alışmış, evler imanla, itikatla birbirine sarılmış ve adeta saf tutmuş, gökyüzü bile kendini daha alçakta hissettirmişti oralarda. Kimse sadece yaşamakla kalmıyordu. Avuçlarından umutlar taşmış, yetmişlik dedeler bile çocuksu inançlarla ceplerinde "mutlu sonlar" biriktirmişlerdi. Nefes almanın basit bir iş sayıldığı o basit dünyalardan değildi onların dünyası. Her sabah sabit bir düşü sarsmakla kalmıyor, yeni anlamlar yüklüyorlardı yaşam vagonuna. Cennet onlara o kadar da uzak bir hayat değildi. Çünkü cehennem yıllardır o, bitmek tükenmek bilmeyen hararetli ateşiyle onların kemiklerini eritmişti. Cennet onlar için bir imtiyaz değil bir haktı.

Derinliği göremeyen gözlerin aslında hergün önünden geçtiği kırık dökük çatıların, tekdüze terasların, yıpranmış saksılardaki mor menekşelerin yüce bir anlamı olmalıydı. Tanrının inayetinin kırık camlara bir nur gibi vurduğu belliydi. İnancı yaşatan, gelenekleri devam ettiren ve şikayetin fersah fersah uzağında bulunan bu insanlar, bir ekmek diliminin adil paylaşımının, ileride çocukların zihninde bırakacağı derin etkinin farkındaydılar. Kalın kitaplar okumamış, okul sıralarının üzerinden alelade geçmişlerdi. Dört işlem yetmişti onlara. Umutları toplamış, yaşanmışlıkları çarpmış, hüzünleri çıkartmış, yenilen kazıkları bölmüş, herkese eşit paylaştırmışlardı. Nuh onları gemisine gönüllü almıştı.

Ancak yıllar acımasız hücumlara başladıkça sağlı sollu, alınlar kırışmış, inançlarında çatlaklar oluşmuştu. Sahipsiz bırakılmış yırtıcı köpekler gibi diş bilemiş, ısıracak bedenler aramışlardı. Radyo kanalları eskiyi, ana haberler acıyı anlatır olmuştu onlara. El değmemiş sevinç kutuları açılmış, pastörize sevinçler çoktan kullanılmıştı... Yaşamak bir ağrı olmuş, bir ilaç bulmak, bu ağrıyı dindirmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Ancak bu ağrının tek ilacının ölüm olduğunu bir türlü akıl edememişler, o çarpıcı, dramatik gerçeği bir türlü kabul etmek istememişlerdi belki de. Peşinden koşabilecekleri hiçbir gerçek, hiçbir inanç kalmamış, yerinde saymanın tadını çıkartmaya çalışmış onda da pek başarılı olamamışlardı. Onlara sorulsa yine, yeniden bir umudun peşinden koşmak istediklerini söylerlerdi tek düze bir ses ve bir anlam ifade etmeyen bakışlarla. O yüzden bu insanlar pastoral bir gerçeğin içinde dramatize edildiklerini hiçbir zaman anlayamayacaklardı. Tanrı onları sevmediği çocukları olarak ilan edip, terk ettikten sonra aslında tek başına bırakılmış olmalarının bile farkına varamamışlardı.

Yaşamak ağrısının en şiddetli raddeye ulaştığı ve müsait zamanların artık ahir zamanlara yaklaştığı zamanlarda bu insanlar, "insana sınırsız güçler yüklenmiştir" diyenleri anlayamıyorlardı. İnsan bir hiçti onlara göre. Mutlak bir nihilizme gideceklerinden korkmuyor, insana hiçbir değer atfetmiyorlardı. Kitap kapaklarını kapatmışlar, kalemleri de bir kenara fırlatmışlardı. Hepsini bu zamansallık ve sıradanlık örtüsü kaplamıştı. Üzerlerinden attıklarında bu örtüyü, öyle sevimsiz öyle sinameki canavarlar peşlerine düşüyordu ki hepsi korkudan tekrar o koruyucu örtünün altına giriyorlardı çaresizce. Babalar çocuklarını sevmiyor, anneler bebeklerini emzirmiyorlardı. Oyun içinde oyun, rüya içinde rüya olduklarını anlamıyorlar, bir şeyi kaybettikleri zaman aptalca bir inançla yerine bir benzerini, bir başkasını koymaya çalışıyorlardı. Aslında hepsi ruhlarını çok yeterli beslediklerinden, dünyevi kaygılar taşıyan kendi dünyaları dışındaki insanları anlamıyorlar, çocuksu bir inançla "bir mutluluk diyarını" hatırlamaya çalışıyorlardı. Bir yüce gerçeği dramatize etmek işte onlar için bu kadar kolaydı...

Anlayabilene...

Bu
akşam
melankolik
ruh
durumlarının
ortaya
çıkardığı
bunalıma
benzer
sıkışmışlıkta,
kafamı
hiçbir
yöne
çeviremeyişimin
nedensiz
hüznünü
akıtan
dev
bir
musluğun
altında
uyuklayarak
yıkanıyorum.
anlayabilene
aşk
olsun!

21 Şubat 2010

Yalan Söyleme Sanatı

adam kadının boynunu öptü, bir eli kadının boynuna dolanmıştı. diğer eli kadının sol memesini avuçlamış hararetli ve şehvetli biçimde sıkıyordu. adam kadının boynundan aşağı kaydı, gerdanını öptü, göğüslerini öptü sonra.

kadın birdenbire 'senin bedenin benim coğrafyam, senin bedeninden başka her beden benim sürgünüm. mahkumiyetim' dedi.

adam kadını şefkatle öptü bu kez.

günün birinde kadın siktirip gitti. adam buna bir anlam veremedi. günlerce düşündü.

sonunda buldu nedenini. ' adam aynı yalanın farklı coğrafyalarda söylenebileceğini, kelimelerin coğrafyalardan bağımsız olduğunu keşfetti'